İnsan en çok elleri üşüdüğü zaman anlıyor yalnız olduğunu.
Böyle demişti Salim abi bir yandan para üstünü hesaplamaya çalışırken. Sanki mevsimsel, demişti, bu birine muhtaç olma hissiyatı, ne dersin?
Müşteri gittikten sonra parayı tekrar hesaplayışına, hemen peşine orijinal olup olmadığına dair yaptığı göz kararı kontrole daldığımdan sorduğu soruya biraz gecikerek de olsa yanıt vermiştim. Haklı olabilirsin, demiştim, kış aylarının ünü çoktur bu yüzden. Eylül’den başlarlar, ‘Kasım’da aşk başkadır’la devam ederler. Sanki insanlar bir şeylere anlam yüklemek üzere şartlıyor kendini. Şu an bunları konuşuyor olmamız bile kalıplaştırdığımız olguların bir yansıması değil mi?
Değil, dedi Salim abi. İnsanız sonuçta, üşüme örneğimden yola çıkarsak elimize sıcak nefesimizi verdiğimiz o an ararız sanki bir başka nefesi. Tabi sen farklı bakarsın ben farklı.
Nasıl yani, demiştim. İnsanız sonuçta ile başladı bir cümlen az önce. İnsanlar neden farklılaşır?
Düşünmüştü. Düşünmek yorardı sanki. Cevabı aramak için çabaladığından mı yoksa bildiğinden mi yüzünü somurttu anlayamamıştım.
Sen anlamaz mısın ne derdi var insanın baktığın zaman, demişti. Dudak bükmüştüm. Ben psikiyatrım, nasıl anlayabilirim? Yalnızlık diyorsun, nedir senin için yalnızlık Salim abi, demiştim.
Kuruyemiş dolabını düzenlerken değil de elinde bir kadeh sıcak şarapla bu cümleyi kursa belki üzerinde çok çok uzun düşünmek durumunda kalmayabilirdim.
Derin bir iç çekmişti, biliyor musun Kaan, demişti,
Ben terk bile edilmedim. Bu ne demektir, bilir misin?
Sanki anlaşmış gibi yürüyor insanlar. Kafaları önde, bir bilinmeyenin peşine düşmüş ve bunun cevabı yerdeymiş gibi. Aslında bunun sebebinin akıllı birkaç teknolojik alet olmadığını bilmeseydim üzerinde düşünebilirdim. Bunun yerine birkaç şeyi tasvir ediyorum. Yalnızlığın tasvirini, susmanın tasvirini, susamamanın tasvirini. Roman yazıyor olsaydım veya hikâye, konuya alabileceğim ne çok şey olurdu. Sanırım yazar kısmı da bununla besleniyor. Bir psikiyatr ile yazarın en önemli ortak noktası sanırım ruhbilimi.
Mahalleme doğru yaklaştıkça aidiyetliğin verdiği güven duygusu da kaplıyor içimi. İnsan tüm duyu organlarıyla tarıyor etrafındaki tanıdık şeyleri. Bulamayınca sarılıyor sanırım kendisine. Yağmurun, boranın, karın insanı yalınlaştırmasının sebebi bu olabilir. Çünkü kar siliyor bütün gördüklerimizi, yağmur dolduruyor, rüzgâr sürüklüyor. Ve insan böyle zamanlarda özlüyor sanırım terk edilmeyi bile.
Arkamda keskin bir fren izi. Birkaç hoyrat küfür. Birbiri ardına eklenen birkaç küfür daha. Hadi ama diyorum içimden, noradrenalininizin düşüklüğünü kulaklarımız çekmek durumunda mı? Gidip kendinize biraz serotonin yükleyecek bir şeyler yiyin, görün. Bir hastam demiştim vermiş olduğum antidepresan kullanımının üçüncü ayından sonra. Hocam, demişti, ben benim ama ben değilim. Konuştuğum şeyleri ben söylüyorum ama niye dediğimi bilmiyorum. Durup düşünmüştü. Kendi haliyle dünyayı yan yana koymuştu. Kavgasıyla dövüşüyle, her şeyiyle. Yoksa normal olan bu mu? Öyle geliyor ki, diye devam etmişti dingin konuşmasını, en acı anımda bile ah etmeyecekmişim gibi geliyor. Duyguların niteliğini anlamak için neden acıyla sınanmak zorundayız?
Öyle sanırım, diyorum, ama kendine diyorum. Yani sanırım.
Öyleydi çünkü, acı sinyallerini taşıyan nöronlarımız vardı, nosireseptörler. Namı değer acı taşıyıcıları. Beyin önce acının türünü kavrar, sonra sonraki adımları düşünerek ne kadar etkileşim göstereceğini yayardı insanın vücuduna. Seninki fantom acılar, yani sahte acılar demişti üniversitede Filiz. Adına yakıştırdığım bir şiir okumadım hiçbir zaman ona, ya da gülümsemeye teşebbüs ettiği zaman bile sol yanağında oluşmaya başlayan gamzeye güzel bir Türk filminden alıntı yaparak, “sen böyle gülünce şuranda iki çukur oluyor ya, ölünce beni oraya gömsünler.” Demedim.
Öyleydi çünkü, acı sinyallerini taşıyan nöronlarımız vardı, nosireseptörler. Namı değer acı taşıyıcıları. Beyin önce acının türünü kavrar, sonra sonraki adımları düşünerek ne kadar etkileşim göstereceğini yayardı insanın vücuduna. Seninki fantom acılar, yani sahte acılar demişti üniversitede Filiz. Adına yakıştırdığım bir şiir okumadım hiçbir zaman ona, ya da gülümsemeye teşebbüs ettiği zaman bile sol yanağında oluşmaya başlayan gamzeye güzel bir Türk filminden alıntı yaparak, “sen böyle gülünce şuranda iki çukur oluyor ya, ölünce beni oraya gömsünler.” Demedim.
Fantom acılar. İsmi bile duygusuz. Merak edip araştırmıştım. Öyle ki kolu olmayan bir insanın zaman zaman elinin acıdığını hissetmesi gibi bir şey. Acıyla ilişkim böyle başlamıştı benim. Kalbimin bile yalandan sancıyacağını düşünen belki de sıradan bir cümlenin içinden türemişti. İki farklı zaman ve insan. Birinde belki de adına sevda diyebileceğimiz duygu oluşumunu bende tetikleyen bir kadın, diğerinde kuruyemişçi Salim abi. Yine ikisinin de bana çağrışım yaptığı şeydi bu, evet acı. Filiz’in hemen sonraki ay doldurttuğu kasetin ilk şarkısını dinlediğimde oluşturduğu o his. Bir kadın söylüyordu. “Sen kimseyi sevemezsin,” diyordu. Rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin.”
Yine güzel bir yazı,emeğinize sağlık :)
YanıtlaSilçok teşekkür ederiiim ^_^
Sil"Fantom acı" güzelmiş, adının bu olduğunu bilmiyordum.
YanıtlaSilbenim de öğrendiğim çok olmadı:)
SilBlogunuzu yeni keşfettim ve hemen takibe aldım.Sizi de beklerim.
YanıtlaSilhttps://dizifilmkitaptavsiye.blogspot.com/
teşekkür ederim. hoş geldiniz
SilSizin bloğu sakinsakin, dura dura okumayı seviyorum.
YanıtlaSilSonra sonsatıra geldiğimde genelde sayfayı kapatmak yerine biraz etrafımla ilgilenip , okumak istediğim satırlarıtekrar okuyorum.
Demeye çalıştığım şu ki, ne hissettiğinizi bilmiyorum bunları yazarken ama kesinlikle güçlü bir şekilde "hissettiriyorsunuz"
Sevgiler
Merhabalar,
SilTeşekkür ederim güzel düşünceleriniz için. Her zaman beklerim.
yemek bittikten sonra masaya gelen tuzun anlamsızlığı misali, söylenecekler zamanında söylenmeli..
YanıtlaSiliyi örnekti.
Sil