Önümde durup bana düşmanca bakmaktan başka bir şey yapmıyor.
Karşımda dursa ya da
gözümün değdiği herhangi bir yerde. Bir sürü işim varmış da sözgelimi
düşüneceğim tonlarca şeyin arasından ve onca iş olmasını hiçe sayarak yine denk
gelse algılarımın en benciline. Veya düşlemek istesem onu, onca gürültünün
arkasından onun varlığına varacağımı bilip hızlanıp koyulsam yola.
Belediyelerin bozmaktan usanmadığı kaldırımlara dahi aldırış etmesem, tam o
sırada nasıl olsa yapıp bir daha bozacaklar düzlemi aklımdan geçse hatta. Ve
ben onunla başlayacak cümleler düşleyerek koşsam yanına… Ne güzel olurdu değil
mi. Güzel olurdu olmasına ya, önümde duruyor şimdi. Duruyor da bana düşmanca
bakmaktan başka bir şey de yapmıyor.
Bir kağıtsın diyorum sen. Bağıra çağıra söylüyorum sanki
sesimi duyacak biri varmış gibi. O bana bir şey söylemiyor ama ben yazıyorum
bir kalem aracılığıyla sesimi de taklit ederek. Gülüyorum sonra kendime,
yazdıklarımla değil ama. Sesimin şiddetini ne yaparsam yapayım kimsenin
duymayacağını bildiğim halde inatla yazmaya çalıştığım halime gülüyorum. Sonra
kağıda mı yoksa kendime mi söylüyorum bilmiyorum ama yazmıyorsun dedirtiyorum
kendime. Yüzüme yapışan ve kötü huylu bir kist gibi görünen gülümsememi
görüyorum yine karşımda. Ne kadar yabancı. İnsan kendisine yabancı olur mu hiç
diyorum? Bunu yazı yazan ben mi yoksa kendime mi söylüyorum onu da bilmiyorum.
Son satıra yazdıklarıma ilişiyor gözüm. Sen yazarken nefes alıyorsun diyor.
Birinin, hatta kendinin bile bunu elinden almasına izin verme.
Cevabını okuyamadan veya yazmadan sayfa bitiyor. Postmodern
romanların fiyakasıdır diyorum kendime sonu belirsiz biten romanlar. Haklı
buluyorum da kendimi. Susmak istiyorum yine ama izin çıkmıyor. Hikâyem devam
etsin istiyorsam yeni sayfalar gerekliymiş, öğreniyorum.