Zaman geçiyor köşemizden kıyımızdan. Bu bizi ayakta siken
düzene alıştık mı hoşumuza mı gidiyor bilmiyorum. Zaman geçti köşemden,
kıyımdan. Beni siken bu düzene alıştım mı yoksa artık hoşlanmaya mı başladım
bilmiyorum. Zaman geçecek köşelerimizden kıyılarımızdan. Yalın ayak gireceğiz
belki uğultular denizine. Unuttum artık derin suların altında boğulmanın
verdiği hazzı. Ötekileşiyorum. Herkesleşiyorum. Cevap vermekten yorulduğumdan
soru kiplerinin hayatıma girişine izin vermiyorum artık.
Asiye arıyor, sesiyle birlikte soru kipini büyütüp çevreyi
kontrol etmemi sağlıyor. “Neredesin be adam” diyor, panikliyorum, etrafıma
bakınıyorum. Neredeyim diyorum, neredeyim. Etrafta panikliyor. Kuşlar, ağaçlar,
rıhtıma vuran dalga sesi. Halime acıyıp nerede olduğumu betimleyici sesler
çıkarıyorlar. “Bir yerdeyim işte” diyorum Asiye’ye, “arkadaşın yanına geldim
öyle laflıyoruz.”
Dışarıya sert bir nefes atıyor, içtenlikle attığı nefes bana
cızırtılı geliyor. “Yalan atma” diyor, “senin arkadaşın yok ki.” Gözlerim doluyor,
neme bağlıyorum; sıcak hava gözümü yaşartıyor olmalı. “Var ya” diyorum, “sen
varsın, Kürt Ercan var Deli Emin var, Sarı Eda…. Var, var işte.”
“Neredesin, söyle hadi” diyor ses tonunu düşürüp, “söz kimseye
söylemeyeceğim gittiğin yeri.”
Pes ediyorum. Aynı cızırtılı ses benden gidiyor karşı
tarafa. “Yapma böyle” diyorum, “farkındayım bazı şeylerin” ses tonumu
düşürüyorum cümleyi sonlandırırken “ne yazık ki..”
Bir soru kipiyle daha geliyor. Ne dediğinin ne önemi var,
yine cevap vermemi gerektirecek bir şeyle çıkıyor karşıma. Sıkılıyorum bu
durumdan, anlıyor, bir cızırtılı ses daha yolluyor. “Kapatıyorum” diyorum, “Emin
burada ayıp olur şimdi” demeden o kapatıyor. Üzülüyorum. Bir duygu
yoğunluğundan oluşan bir oluşum değil bu; hakikatli üzülüyorum. Zamanla baş
başa kalıyorum yine; tam karşımda.. dalgalar, martılar.. insan gürültüleri.
Çayımdan bir yudum alıyorum, yanımdaki sandalye hareket ediyor, oralı
olmuyorum. Yanıma biri oturuyor, kim diye bakmıyorum. Bir ses işitiyorum, bir
yerden tanıdık geliyor demiyorum. Uzunca, karşıya bakıyorum, ufka; sonsuzluğa.
Elimde bir çay bardağı, bir yudum alıyorum, bir tane daha.. çay buz gibi
insanlar gibi. Elime bir el değiyor, aynı el çayı alıp masaya bırakıyor. Elim
bir ele kenetleniyor. Dönüp bakıyorum. Aynı hızda denize doğru tekrardan
dönüyorum, bir nefes daha atıyorum, bu seferki cızırtılı çıkmıyor, doğrudan
gökyüzüne karışıyor.
“Emin’le konuştun mu nasılmış” diyor.
“Konuştum” diyorum, “iyiymiş.”
“Emin öldü” diyor, “neden böyle yapıyorsun?”
Dönüp bakıyorum, eline, yüzüne, boynuna… dördüncü
hareketimde gözüne denk getiriyorum. Orada takılıp kalıyor. Beş dakika önce
gördüğüm boşluğu gözlerinin içinde görüyorum. İçine çekiyor beni, engel olamıyorum.
Sağ elimi elinden çekiyorum, huzursuzlanıyor. Avuç içimi yanağına koyuyorum.
Saçlarını griye boyatmış. “Gri saç mı olur” diyorum, “gümüş bu, gümüş” diyor, “tabi
sen her şeyi gri gördüğün için…”
Betimlemesi canımı yakıyor, “Emin de öldü değil mi” diyorum.
Cevap vermiyor. Tenimize vuruyor inceden akşamüstü esintisi, köşede bir
yerlerden Müzeyyen ablanın sesi, “vuslatın başka alem, sen bir ömre bedelsin”
diyor, son dört kelimeye Asiye’de eşlik ediyor.,
“Asiye” diyorum, arkamdaki çocuk gürültüsüne kulak
kabartarak,
“Ben seninle karşılaşacağımızı bilseydim başka türlü
yetiştirirdim kendimi.”
Sol kolunu sağ koluma kelepçeliyor. Yüzünün sol yanı omuz
başımda yerini alıyor. “Bu sefer yemem” diyor, “sen daha iyilerini yazıyorsun.”
“Söylenmemiş sözlerin bir ehemmiyeti yok hissederek
söylenmedikçe” diyorum söylediğim cümleyi hoşuma gittiği telefonuma yazarken.
Tekrarlıyor, “vuslatın başka alem, sen bir ömre bedelsin.”
Müzeyyen ablaya yetişip son dört kelimeyi yakalıyorum. Asiye’ye
dönüyorum, ona baktığımın farkında, öyle uzun uzadıya denize doğru bakıyor. Beni
nasıl buldun demek geçiyor içimden, vazgeçiyorum. Düzeni bozmayıp tekrarlıyorum
iki kez…
“sen bir ömre bedelsin” diyorum,
“sen bir ömre bedelsin..”