10 Temmuz 2017 Pazartesi

Cızırtı


Zaman geçiyor köşemizden kıyımızdan. Bu bizi ayakta siken düzene alıştık mı hoşumuza mı gidiyor bilmiyorum. Zaman geçti köşemden, kıyımdan. Beni siken bu düzene alıştım mı yoksa artık hoşlanmaya mı başladım bilmiyorum. Zaman geçecek köşelerimizden kıyılarımızdan. Yalın ayak gireceğiz belki uğultular denizine. Unuttum artık derin suların altında boğulmanın verdiği hazzı. Ötekileşiyorum. Herkesleşiyorum. Cevap vermekten yorulduğumdan soru kiplerinin hayatıma girişine izin vermiyorum artık.

Asiye arıyor, sesiyle birlikte soru kipini büyütüp çevreyi kontrol etmemi sağlıyor. “Neredesin be adam” diyor, panikliyorum, etrafıma bakınıyorum. Neredeyim diyorum, neredeyim. Etrafta panikliyor. Kuşlar, ağaçlar, rıhtıma vuran dalga sesi. Halime acıyıp nerede olduğumu betimleyici sesler çıkarıyorlar. “Bir yerdeyim işte” diyorum Asiye’ye, “arkadaşın yanına geldim öyle laflıyoruz.”
Dışarıya sert bir nefes atıyor, içtenlikle attığı nefes bana cızırtılı geliyor. “Yalan atma” diyor, “senin arkadaşın yok ki.” Gözlerim doluyor, neme bağlıyorum; sıcak hava gözümü yaşartıyor olmalı. “Var ya” diyorum, “sen varsın, Kürt Ercan var Deli Emin var, Sarı Eda…. Var, var işte.”
“Neredesin, söyle hadi” diyor ses tonunu düşürüp, “söz kimseye söylemeyeceğim gittiğin yeri.”
Pes ediyorum. Aynı cızırtılı ses benden gidiyor karşı tarafa. “Yapma böyle” diyorum, “farkındayım bazı şeylerin” ses tonumu düşürüyorum cümleyi sonlandırırken “ne yazık ki..”
Bir soru kipiyle daha geliyor. Ne dediğinin ne önemi var, yine cevap vermemi gerektirecek bir şeyle çıkıyor karşıma. Sıkılıyorum bu durumdan, anlıyor, bir cızırtılı ses daha yolluyor. “Kapatıyorum” diyorum, “Emin burada ayıp olur şimdi” demeden o kapatıyor. Üzülüyorum. Bir duygu yoğunluğundan oluşan bir oluşum değil bu; hakikatli üzülüyorum. Zamanla baş başa kalıyorum yine; tam karşımda.. dalgalar, martılar.. insan gürültüleri. Çayımdan bir yudum alıyorum, yanımdaki sandalye hareket ediyor, oralı olmuyorum. Yanıma biri oturuyor, kim diye bakmıyorum. Bir ses işitiyorum, bir yerden tanıdık geliyor demiyorum. Uzunca, karşıya bakıyorum, ufka; sonsuzluğa. Elimde bir çay bardağı, bir yudum alıyorum, bir tane daha.. çay buz gibi insanlar gibi. Elime bir el değiyor, aynı el çayı alıp masaya bırakıyor. Elim bir ele kenetleniyor. Dönüp bakıyorum. Aynı hızda denize doğru tekrardan dönüyorum, bir nefes daha atıyorum, bu seferki cızırtılı çıkmıyor, doğrudan gökyüzüne karışıyor.
“Emin’le konuştun mu nasılmış” diyor.
“Konuştum” diyorum, “iyiymiş.”
“Emin öldü” diyor, “neden böyle yapıyorsun?”
Dönüp bakıyorum, eline, yüzüne, boynuna… dördüncü hareketimde gözüne denk getiriyorum. Orada takılıp kalıyor. Beş dakika önce gördüğüm boşluğu gözlerinin içinde görüyorum. İçine çekiyor beni, engel olamıyorum. Sağ elimi elinden çekiyorum, huzursuzlanıyor. Avuç içimi yanağına koyuyorum. Saçlarını griye boyatmış. “Gri saç mı olur” diyorum, “gümüş bu, gümüş” diyor, “tabi sen her şeyi gri gördüğün için…”
Betimlemesi canımı yakıyor, “Emin de öldü değil mi” diyorum. Cevap vermiyor. Tenimize vuruyor inceden akşamüstü esintisi, köşede bir yerlerden Müzeyyen ablanın sesi, “vuslatın başka alem, sen bir ömre bedelsin” diyor, son dört kelimeye Asiye’de eşlik ediyor.,
“Asiye” diyorum, arkamdaki çocuk gürültüsüne kulak kabartarak,
“Ben seninle karşılaşacağımızı bilseydim başka türlü yetiştirirdim kendimi.”
Sol kolunu sağ koluma kelepçeliyor. Yüzünün sol yanı omuz başımda yerini alıyor. “Bu sefer yemem” diyor, “sen daha iyilerini yazıyorsun.”
“Söylenmemiş sözlerin bir ehemmiyeti yok hissederek söylenmedikçe” diyorum söylediğim cümleyi hoşuma gittiği telefonuma yazarken. Tekrarlıyor, “vuslatın başka alem, sen bir ömre bedelsin.”
Müzeyyen ablaya yetişip son dört kelimeyi yakalıyorum. Asiye’ye dönüyorum, ona baktığımın farkında, öyle uzun uzadıya denize doğru bakıyor. Beni nasıl buldun demek geçiyor içimden, vazgeçiyorum. Düzeni bozmayıp tekrarlıyorum iki kez…
“sen bir ömre bedelsin” diyorum,

“sen bir ömre bedelsin..”