25 Nisan 2016 Pazartesi

- DİKKAT KASİS - YAVAŞLA -


Büyük ah’lar coğrafyası benim ülkem,
Gözleri buğulu, ağzı firar kokar
Kaçak sevişir sevenler,
Mayhoş döller bırakırlar arkalarında
Suları cenabettir
Ve ölü çocuklar yıkanır vicdan havuzlarında.

Sabahları kördüğüm, geceler vuslat
Boğazımın içinde bir ah,
yutkunsam dünyanın rahmi parçalanacak
ben umutsuzlar ülkesinin yorgun….
şaka şaka..

Ölü balıklar geliyor aklıma,
Baharı düşünüyorum,
Sevmiyor diyen papatyanın küfrü kulağımda
Yalın ayak basılmıyor artık çimlere
Ve çocuklar çiçek kokuyor toprak altının refakatinde.

 Ah diyorum, kayıyor bir yıldız
Çok umut ederdim, umut etmeyi umut etmek gibi
Karışık oldu biraz, evet
Ben niye böyle karmaşığım derdim anneme
Susar, ses vermezdi.
Bu sessizlik ince bir tığa dönüşür ensemden girerdi.
Ve çocukluğumu bırakırdım sessiz haykırış konçertosuna

Bir sevda vardı aklımda,
Türkü söylerdi içinden ses etmezdim.
Sessizce dinler, yok oluşunu seyrederdim.
Yine bir hikâyeydi, iyi hatırlıyorum.
Sadece hatırlıyorum, sonrası ben de yok.
Olayım bu.

Küfrettim.
Sevdiğim kadar küfrettim.
Sevmeseydim sövmezdim.
Şair olmasaydım eğer,
Ha siktir ulan
Sikimin şairi!

Geldim, gördüm.
Siktir olup gitmiyorum.
Gidememenin verdiği ızdırap var ortopedik ayakkabılarımda.
Ve benim bütün virgüllerim kasisli,
Büyük sarsıntılar oluyor durup soluklandığımız yerlerde.

-DİKKAT KASİS VAR-
-YAVAŞLA-

t.yazıcı
25.04...

18 Nisan 2016 Pazartesi

Özlemekmiş Oysa Sevmek


Sanki üflesem kanat çırpacaklarmış gibi kuşlar
Kanat çırpsalar tüm dertler bitecek gibi
Ve oluk oluk susamışken aşka
Bir esinti yetecek gibi sol memelerdeki kuraklığa

Sen bana bakıyorsun İlkbahar gibi
Ben yeşeriyorum, büyüyor içimde kuruyan cümleler
Gülüyorsun ya  hani,
Kaybolup gidiyor bütün hüzün kuşları
Hüzün kovan kuşu diyorlar bir de
Aklıma düşüyorsun üzerine basma diye yazıldığı halde üzerine basılan çimler gibi
Ürpertiyor ayak seslerin
İçim eziliyor sen içime girince.
Ve bir bahar türküsü söylüyor yeşermeye yüz tutmuş filizler.

Sen Özlem’sin ya hani
Bütün özlenenler kıskanıyor birden.
Bir bal geliyor aklıma bir sen
Bir gözlerin geliyor güneş açıyor, yakıyor tenimi.
Gözlerini değdirdiğin her yer kuraklığım oluyor, kıskanıyorum.
Saçların gölgem oluyor,
ve ben sana sığınıyorum.

Sen güneşim oldun ya hani
Eriyor içimdeki en küresel yerler
Sel alıyor benliğim, sen kokuyor
Bütün mazgallara düşman şekilde hoyrat besliyorum sana çıkan caddeleri
Yüzüm yüzüne hasret
Yüzün bütün güzelliklere hasret
Senin yüzün gözümün değdiği her şeye hasret
Ve dünya hâlâ kötü bir yer varlığından habersiz.

Sen Özlem’sin ya hani
Özlemek isterdim senli bütün cümleleri,
Aç kapa parantezleri kıskanırdım seni gizliyor diye
Sonu üç noktalara atardım en gaddar mermilerimi
Ve ben virgüle boğardım bütün dünyaları hiç bitme diye.

Şimdi sussun bütün cümleler
Ben yorgun, yol üstü kerhanesi gibi firarda yüreğim
Ağlamaklı bir çocuk Zeki Müren şarkısına eşlik eden
Buluşacağız, buluşmalıyız, durmalı zaman
Bir çocuk tüm yarım kalmışlığıyla bana doğru yol alan,
Bu böyle yarım kalmayacak, kalmamalı, kalmasın
Ve bir çocuk yüreğimde sen gibi buğulu bakan,
Öyle işte..

Durup bakışacağız…

t.yazıcı
14.04.2016

14 Nisan 2016 Perşembe

Ele Güne Karşı Yapayalnız, Böyle de Olmaz ki


Üç kez mi beş kez mi kaç kere önümden geçti bilmiyorum ama hoşuma gidiyor bu kadınının saçlarının rüzgarla sevişme anını gözlerimin önüne resmetmesini.
Hava soğuk, her şeyden daha soğuk.. Tüm insanlardan, canlılardan, bitkiden, ottan boktan, her şeyden soğuk. Tam solumda köşesi kırık bir tabure, kim oturacak olsa sanki dünyanın tüm dertleri omuzlarıma çöker gibi geriliyorum. Şimdiye düşen olmadı. Gerçi düşme işi göreceli bir şey bana göre. Ben hiç düşmedim, düşürülmedim. Düşsem parçalanırım biliyorum, öyle kolay kolay toparlanamam. Boylu boyuna yayılırım üzerine onca ayakla basılan asfalta. Bir seferinde mavi gözlü bir dilber demişti tam karşımda. İnsanlar karşımda olunca konuşma işi daha rahat oluyor bende. Nereden ve nasıl çıktım bilmiyorum ama bana çıkar çıkmaz bir de at gözlüğü koymuşlar.
Hava adamakıllı soğuk, üzerimde üşüyememenin verdiği gerginlik var. Üşümenin nasıl bir duygu olduğunu sormuştum bir gün, cevabını alamamıştım. Zaten öyle bir hâl aldı ki benim durum, cevabını verdiğim sorunun sorusu bana tekrardan soru olarak geri dönüyor. Deli miyim? Bir sıfat yakıştıramadım kendime. Sadece bazı zamanlar başkalarının yerine koyuyorum kendimi. Onlar gibi süsleniyor onlar gibi giyiniyorum. Kural tanımaz yapım gereği bir kalıba sığmıyorum. İstediğim zaman istediğim karaktere girebiliyorum. Bir gün bir fahişeysem ertesi gün bir din adamı olabiliyorum. Gerçi ikisinin de taptığı ortak bir nokta var dimi. Ne tuhaf… İkisi de bir şeylerin altına yatıyor.

Çok klişe olacak ama İstanbul’da yaşanmıyor. Bugün önümden kaç kişi geçti saymadım. Önceden insanları izlemeyi severdim. Hatta önümden geçtikleri yedi saniye içinde bir karakter analizi bile yapabilirdim. Değişik şeyler düşünürdüm onlar hakkında. Onlar ki bana baktıklarından nasıl görmek istediği şeyi görmek istiyorlarsa bende olmasını istediğim şeye dönüştürürdüm onları. mesela Sibel Kekili mesela İsmet İnönü. Ne güzeldir Tanrıları öldürmek kim bilir.
Hissizim bu aralar. Ne kadar hissiz olunabiliyorsa o kadar hissizim. Kararında yaşamak isterdim şu hayatı. Tek bir amaca hizmet etmek. Ya da ne bileyim beklemek istemezdim bir şeylere dönüşebilmek için karşımda oluşması gereken et parçalarını. Bugün duvar saatiyle geldim göz göze. Önce bir panik oldum, sendeledim. Düşmekten yine korktum. Duvar saatinin sesine verdim bütün duyu organlarımı. Kısa sürdü, ulan benim duyu organım mı var?

Bugün tam sekiz yıldır durduğum yerden kaldırdılar beni. Sıra Selviler caddesine vedam öyle sert oldu ki bir an moleküllerime ayrılıp küçük bir kum tanesine döndüm zannettim.
Absürt komedi filminin çekildiği bir set sahnesine koydular beni. Karşımda makyaj yapan insanların suratlarını görünce korktum. Meğer bunca yıl insanları güzelim diye nasıl kandırmışlar.Bir kadın geldi, kocaman memeleri vardı. Korktum, güldüm kendime kızdım. Bakmamaya çalıştım ama nafile. Üzerime sıkılan fısfısla kendime geldim. Evet, temizleniyordum yine. Setin temizlikçisi siliyordu yine sevimsiz suratları sevimli göstereyim diye. Diziye hızlı başladılar, yönetmen Tim Burton’un sesini duydum. “Kayıııt” diye koca bir inledi. Karşıma tekrardan koca memeli o kadın geldi. Bana bakarak seslendi;
“Ayna ayna söyle bana, benden daha güzeli var mı bu dünyada?”

not: yazarlık atölyesine gidiyorum iki aydır. tim burton, klişe, absürt, duvar saati, karakter kelimeleri verilerek bir yazı istendi, ona istinaden :)

8 Nisan 2016 Cuma

Yine mi güzeliz, yine mi Çiçek


Sağ yanında duran çayının dumanıyla göz göze geldi Ragıp. Dumanın şekillerini olabildiğince takip etmeye özen gösterdi. İnsanlığını unutup kısa sürede olsa çayın içinde dem olmaya doğru yol alacaktı ki Bilal’in kaşık sesiyle irkilip eski kimliğine geri döndü.

Dört metre arkasından “Selamun Aleykum” sesini duyduktan sonra oturuşunu düzeltip selama karşılık verdi; “Ve Aleykum Selam kardeşim."
Gelen Yılmaz’dı, sessizce masalarına çöktü, çaycıyla göz göze gelmesi bile yetti, iki dakika sonra açık çayı geldi. Çayından ilk yudumu alırken Bilal söze girdi.
“Yav arkadaş, ben anlamıyorum; bu insanlar neden böyle ki? Sebebini, anlamını bilmediğimiz o kadar çok şey var ki etrafımızda, biz ne yapıyoruz ha ne yapıyoruz? Mesela biriniz bana cevap verin, neden buradayız? Bu kurallar, kurallarımız niçin var? Neden bir şeylere uymak için çabalıyoruz kendimizi, var mı bunun bir cevabı?”
Söyledikleri aynı masada oturan arkadaşlarını rahatsız etti. Özellikle Yılmaz kaş göz yaparak durumdan rahatsız olduğunu açık şekilde bütün kahveye belli etti. Ragıp hâlâ bir şeylere gözünü iliştirip o şeyin içine aktarmayı düşünüyordu kendini. Bu sefer küllüğün içindeki küle odaklandı dakikalarca. Kül-Duman-Tütün üçlemini harmanlayıp gri bir dumana dönüştüğünü hissettiği an kahveci Veysel’in sesiyle irkildi bu kez;
“Lan abuk subuk konuşmayın, ne kurallarından bahsediyorsunuz. Tek bildiğiniz kural okeyin,batağın,tavlanın kuralı; hayatınızda kurallı bir şey kaç defa  gördünüz de böyle konuşuyorsunuz.”
Veysel’den gazı alan mahallenin tüpçüsü Rıza da kahkahalarla çıkıştı, ses tonunu lakayıt bir şekilde ciddileştirerek; “Evet.. Bilal, Ragıp, Yılmaz; tabii ki kurallar bizim için önemli, mesela otuzbir çekerken muhâkkak otuzbirden fazla şakşaklanmalı, yoksa caiz değildir değil mii ya ihahhah- hahahah-“
Bilal ve Yılmaz çaylarından sert bir yudum aldı. Gözleri Ragıp’a ilişti. Sandalyesini kahvenin camına iyice yaklaştırıp sıcak nefesiyle camı buğulaştırıp bir şeyler yazmaya çalışıyordu. Camın buğusu gittikçe ivedilikle aynı hassasiyetle cama tekrardan hohlayıp buğulanmasını sağlıyordu.

Bilal, Yılmaz’a dönüp; “Oğlum bu Ragıp’ın hâli hâl değil,  götürmeyecektik bunu hata ettik.”
“Bir şey olmaz, zaten iki gram beyni vardı o gitse de bir şey olmaz. Davamızdan dönmeyeceğiz, ben yokum diyorsan sorun yok Bilal, kızmam darılmam. Bu düzen için bu düzmeceler şart, katlanacağız artık.”
“Sen ne yaptın toprak işini, çiçekleri ektin mi?
Ragıp birden kendine geldi, yüzünde hem ağlamaklı hem de saatlerce gülebilecek bir ifade vardı. Alt dudağı titreye titreye Yılmaz’a seslendi;
“Yılmaz, Çiçek yeniden açacak değil mi? Sadece solduğu için gömdük tekrardan..”
“Açacak Ragıp, Çiçek gibi nice solanlar toprağın altına girip tekrardan yeşerecek..”

Ragıp ceketinin iç cebinden çıkardığı beyaz kağıttaki birinci maddenin üzerini çizdi. Üzerini çizdiği maddenin üst başlığında şu yazıyordu; “Normal Olanlar”, hemen altında “a” kapa parantez “Yeniden yeşerebilecekleri dikkatlice seçip çoğaltmak üzere büyük titizlikle gömmek.”
Çizme işlemini tamamladıktan sonra Yılmaz’dan da kafa onayını aldı.

Normalliğin bir hastalık olduğunu savunuyordu Yılmaz, bu yüzden dünyadaki bütün normal insanlara düşmandı. Bir nevi normalleri kıskanıyordu. Anormallik ona göre yanmış bir plastikti vücuda yapışan. Çünkü dünyadaki 10 kişiden 9’u anormaldi. Araya kaynayan o her bir kişiyi yine kendi anormalliğinde cezalandırdı. Bu tuhaf üçlünün ilk kurbanının adı Çiçek’ti. O kadar normaldi ki her şeyi, 3000 kişilik kasabanın içinden kolaylıkla seçiliyordu. On iki yaşında birden ortalıktan kayboldu. Ailesi ile birlikte 100 kişilik bir ekip arada, ama bulunamadı.
Çiçek adının hakkını verircesine toprağın altında yerini almıştı elleri arkadan bağlı ve kulak deliği dahil bütün deliğine giren hastalıklı penislerle birlikte.
Kusursuz bir denek olmuştu Yılmaz’ın gözünde. Aylarca aç kalmış çakal sürüsünün arasında tapteze etiyle yem olmuştu. Tabii ki parçalamıştı bu sürü onu. Yılmaz’ın buradaki amacı normal olmayan ama normal gibi görünenleri temizlemekti. Normalleri en yalın haliyle görebilmek için öncelikle normal gibi görünenleri temizlemesi gerekirdi. Tabii ki bu çok kolaydı. Yaşları birbirinden bağımsız kırkbir kişi Çiçeği lime lime ederek öldürdü. Yılmaz önce bu durumu izledi, bir dersi dinler gibi defterine notu altıktan sonra kırk iki kişiyi ayrı günlerde Ragıp ve Bilal’le boğarak öldürdü.

Kahveci Veysel Yılmaz’a seslendi;
“Haydi Yılmaz seni beklerler, bekletme çok değerli kardeşlerini hahahah-ihihihi”
İçerideki yaklaşık otuz kişilik topluluğu Allah’ın adıyla selamladı Yılmaz.  Sarığını başına takıp en başta ki safta yerini aldı.
“Ey cemaat, git gide azalıyoruz; bu beni çok üzüyor. Allah bizi yolundan esirgemesin, bizi saptırmasın..”
Ve kasabanın en genç imamı Yılmaz, namazına başladı;
“Allahu Ekber”

devam edecek..