Bazı
haykırışlar vardır içinde cümleler barındıran, hiç denk geldiniz mi? Size bir
anımı anlatayım bütün haykırışlarımdan sıyrılarak.
On altı ya da on yedi
yaşındayım, tam hatırlamıyorum. Aradan geçmiş on üç sene, hala çınlar durur o
ses kulağımda…
Sokak başları
bizim gibilerin toplanma yerleri o zaman. Bir zaman kavramı yoktu sokak
köşelerinin. Gecenin 3’ünde de, sabahın 5’inde de orada en az bir kişi olur.
Gökyüzü Bekçileri adında bir kitap yazacağım, aa demişti dersiniz. Çünkü öyle,
bizler ya da o nesil gökyüzü bekçileriydik. Bir çeşit sokak köpeği.
Cino Uğur
vardı, sürekli bu Cino çikolatısından yediğinden lakabı 25 yıldır budur.
Yanımda bi o bir de Tutkal Reco var. Elinde yine bir zamanlar şeffaf olan,
sonraları nefesi ve envai çeşit bali tiner karışınca sararan bir poşet. Çekiyor
yine. Üç sefer kendine bir sefer bize uzatıyor. Hayatı boyunca rutine oturttuğu
tek şey bu. Dördüncü çekişinden sonra yine tekrarlıyor, moruk diyor, hadi
namaza gidelim. Kafası güzelken aklına gelir bir cennet cehennem. Rutin olarak
niteleyebileceğim bir de bu özelliği var: her ne olursa olsun kendisinin
cennete gideceği kanaatine varır, bizleri ikna ettiğine inandıktan sonra siktir
olup gider, iki gün sonra gelir yine aynı muhabbetler.
Günlerden
Çarşamba’ydı sanırım. O zamanlar gün ve zaman kavramımız sadece gece ve gündüz
olduğu için, pek hatırlamıyorum açıkçası. Geriye dönüp baktığımda aklımda kalan
silik hatıraların çoğunluğunda gece var ama.. bir karanlık var
hatırlayabildiğim. İçine girip deşmeye, onu lime lime doğrama isteğiyle kendimi
helak ettiğim o gece.. o karanlık. Belki burada yanılmış olabilirim.
Karanlığımı aydınlatabilmek için geceyi düşman bellemem cahilliğimdendi..
Çok
karanlıktı, sigara yaktım. Çok karaydı, karanlığı yaktım. Önümü göremiyordum
gözlerimi yaktım…
Filiz vardı
bizim okulda, Deli Filiz derlerdi. Onunla takılıyordum o ara. Çocukken gözleri
şaşı bakıyor diye alay edenlere sinirlenip şaşı gözüne kurşun kalem sokup
çıkarmıştı. Sol gözü yoktur o yüzden. Yan yan bakardı insanın yüzüne. Bir bana
doğrudan bakardı. Belki beni insan yerine koymuyor olduğundan da bu olabilir.
Ama bir benimle konuşurdu. Bir dedikodu çıkmıştı burada söyleyemeyeceğim bir
şeydi bu. Gelip bana anlatıp ağlamıştı. Olmayan gözüne ilk kez o zaman dikkatli
bakmıştım. Bir göz değil de sonsuz bir karanlık vardı sanki. Bulanık bir
karanlık. Gözünün içinin karanlığına inat şeffaf akıyordu gözyaşı. Zaten olay
buydu ya, birçok canlının tek ortak noktası; göz yaşı…
Tolga demişti
bir sefer, yine dümdüz bakıyordu bana. Sen hiç demişti, gülmez misin? Bunu
söylediğinde gülümsemiştim. Sebepsiz doğrudan bir gülümseme. Ben güldükçe o da
gülerdi. Onunla olan konuşmalarımdan sonra o kadar ayna benzetmesi yapıyordum
ki. Kuytu bir yere geçtikten sonra gözlerim yerinde mi diye kontrol ediyordum.
Filiz on dokuz yaşında Kumburgaz sahilde boğularak öldü. Evine gittim. Sanki
bekleniyormuşum gibi annesi karşıladı beni, tuttu kolumdan karanlık bir odaya
götürdü. Beyaz bir örtüyü kaldırdı, Filiz karnında bir bıçak, ten rengi mora
kaçmış. Yirmi otuz saniye dikkatlice baktım yüzüne. Gülümsedim. İlk kez eşit
görüyordu gözleri. Beyaz örtüyü çektim tekrardan üzerine, gittim boğulduğu
yerde iki bira içtim.
Tutkal
mahalle başından bana doğru bir haykırdı. Belki ismimi söyledi ama ses tonunu
bir hiyerarşiye koyamadığından hepsi doğruca, bir kaya gibi üzerime geldi.
Koştum yanına, ne oldu Reco dedim, Ercan dedi yine çıkmış tepeye. Son
cümlesinden sonra istem dışı kafamı kaldırıp yukarıya doğru baktım. Yine mi
mektup meselesi, dedim, onaylarcasına başını salladı. Gittik. Ercan yine eski
kavaklığın oradaki elektrik direğine çıkmış. Reco gülerek seslendi; ulan amına
kodumun kürdü, atacaksan at, senin yüzünden memura enseleniyoruz her seferinde…
Ercan yine
seslendi, hanginizde o mektup, hanginizde, söyleyin, şakam yok atıcam kendimi,
atıcam ulaaan. Reco girdi araya, atlamassan amına koyayım. Bu ikili sohbet beş
dakika sürdü. Sonra konuya ve konuşmaya nokta koyarcasına Ercan direkten
atladı. Yufkacı Ali ağabeyin oğlu Sülo vardı, onun üzerine düştü, çocuk 2 yıl
felçli gezdi. Ercan kalktı, sol bileği yay gibi sallanıyor, kırılmış. Reco
gözlerini aralamış hortlak görmüş gibi bakıyor. Etraf kalabalık, Ercan
sesleniyor, hanginizde ulan, hanginizde o mektup. Yok olum, öyle bir mektup yok
diyoruz. Bir yandan mektup şakası yapan İlyas’a ana avrat küfrediyoruz.
İnanmıyor Ercan kırılan bileğini iki büklüm tutarak. Habersiz bırakıp gitmez
diyor o, mutlaka haber bırakmıştır…
Ercan’ın mahallede
platonik aşkı vardı, kız ‘sen benim bırak sevgilim kapımdaki köpek olamazsın’
dese de bırakamadı bir türlü. Çok sevdi be, çok… Sonra taşındı bunlar. Bizim
tekelci Hüseyin abinin yeğeni Asım vermişti haberi, alt komşularıydı. Sevil
taşındı mahalleden dedi köşe başında bizi yakalayıp, peşine sırf şaka olsun
diye Ercan’a ‘sana da bir mektup yazmış, bizden birine bıraktığını söyledi,
kime verdi bilmiyorum’ dedi İlyas'la. İşte bazı yaralar vardır, böyle sikimden şeylerle
başlar. Yıllarca o mektubu aradı Ercan, biz Sevil’in ağzından bir şeyler
yazdık, anladı, iyice surat yaptı. Sevil’e ulaştık durumu anlattık, bize
küfretti. Her şey olup bitti zamanla.. Zaman işte, götürdü. Kiminin yarasını,
kiminin hayatını, kiminin aklını. Kimse cesaret edemez yıllardır arka cebinde taşıdığı beyaz boş zarfın sebebini sormaya. Çünkü
bilirim, bilirim de söyleyemem… Anlatamam, anlatamaz derdini.
Tek söylediği
Müslüm Baba’sının şarkısındaki şu cümleydi:
“Ne yazık bunları
bilmeden gitti..”