hikâyem oggito'da 07.06.2018 tarihinde yayımlanmıştır.
---
“Sen tek başına bir doğrusun” yazıyordu kâğıtta, yalnızca tek başına.
Bir ayrılık anı anca bu kadar güzel yazılabilirdi.
Hava bilinçaltım gibi bulanık, kestiremiyorum bir saat sonrasını bazen. Yorgunum bir de sanırım. Yorgunluğun gösterişli bir şey olduğunu savunurdum oysaki.
Üzerinde o kadar konuşmuştum ki hatta bu konunun, bir daha yorulmaya hakkım olmadığını bile düşünürüm. Yorgunluk salt yalnızlıktan arındırırdı bizi, canlı olmanın en önemli ilk adımını tamamlardık böylece. İkinci ve sonraki adımlar diğer canlılardan insanları ayıran bir özellik olsa gerekti herhalde.
Bakkallardan manavlardan arındırılan büyük şehirlerin, hiperleştirilmiş, süperleştirilmiş sebze meyve reyonlarının birindeydim. Organik yazıyordu bazı ürünlerin üzerinde. Bazısı kendiliğinden doğranmıştı. Neme lazım vakit kaybederdik. Her şey kolaylaştırılmıştı dimi. Balıklar kılçıksız olmalıydı, sarmısaktı bu aman ha kokusuz olanından alınmalıydı tabii ki.
Elimdeki alışveriş listesini buruşturup montumun cebine soktum. Atmadım ama. Sanırım atmayacaktım da. Eve doğru girerken buruşmuş yerlerini düzeltecek, Sevil’in unuttuğumu sandığı birkaç şeyi okuyunca hep birlikte hay allah diyecektik, Sevil’in ki daha sitemkâr çıkacaktı ama. Ben konuşmayı denesem de başaramayacaktım. Kıymayı iki kere çektirmeyi unutmuş olacaktım bir kere. Köftelik dedim sana tembihini dört beş defa hatırlatacaktı bana. Bazı domatesler hormonlu olacaktı, tavuk almışsam gezmiş tavuk olup olmadığı konusunda birkaç diyalog da yaşanacaktı tabii. Çocuğa aldığım çikolata abur cubur olacaktı, kanserojen diyecekti bunlar, gdo lu diyecekti peşine. Ve ben bu kısaltmanın açılımını bilmediğim için gülümseyecektim. Zaten anca gül diyecekti ilkokuldaki neşe bükücü öğretmenlerimi hatırlatarak.
Sonra sıralanmaya başlayacaktı seni sen yapan özelliklerin adının nasıl bencilliğe dönüştüğünü. Hep böyle olacaktım ben. Evlenmeden öncede böyle olacaktım. Düzelirim diye bekleyecekti. Beni yalnızlıktan kurtardığını iddia edecek duruma kadar gelecekti durum. İtiraz etmek isteyecektim ama susacaktım. Yine gülümseyecektim. Sevil’in dediklerine değil, yalnızlığımın hissettirdiği sıcaklığa. Sonra Efe İhsan gelecekti yanıma. Canım oğlum. Nasıl da diretmişti tek İhsan olmasın diye adı, dedeminse dedemindi, eskimişti artık böyle isimler. İleride kızardı bize.
Aynı babası derdi bazı huyları için. Eli iyi kalem tutuyor demişler öğretmenleri, benim babam yazar demiş öğretmenine, öğretmen beni çağırmış ama annesi söylememiş. Benim kesin yine işlerim çıkarmış, gitmezmişim. Köşe yazarı demiş benim için. Laf! Yazdığım köşe yazıları varsa o da lise yıllarımda duvarlara yazdığım felsefe ağırlıklı sözlerdi. Gülerlerdi bana. Tırnak içine alır öyle yazardım alıntılarımı. Annem de demişti. Ne olacak senin bu halin, bir iş güç sahibi ol bırak bu yazı işlerini diye. Beceriksizdim onlar için, çevre apartmanlardan çıkan mühendisler doktorlar her zaman örnek olurdu bana. He bir de evlenenler. Çoluğa çocuğa karıştılar diye başlardılar hep. Yaşım gelmiş olurdu onlar için. Bense odama çekilir hayaller kurardım. Gülümserdim hayallerimle birlikte. Kitaplar okur, şiirler yazardım.
Artık evli barklı insandım tabii, geç gelmemeliydim eve. Oğlum sorardı sonra, özlerdi; bitap düşerdi. Saat on buçukta gitmiştim hâlbuki. İçinde göreni şaşırtmayan ama nedense çocukların sevdiği çikolatan yumurta vardı. Sevil’e karışık leblebi almıştım, biraz da portakal. Kapı girişinin hemen önünde beyaz bir zarf vardı. Şu hangi kırtasiyeye giderseniz gidin bulabileceğiniz tipten zarflardan. Açtım. Okudum da. Bir romanda olsa yahut bir öyküde güzel bir kitap giriş cümlesi olabilir diye düşündüm. Kapıyı açtım. Baba diye bağıran biri yoktu. Ya da ne yaparsam yapayım eksik aldığım bir şeyi kafama kakan biri. Beyaz bir kâğıt vardı sadece elimde. Poşetleri yere bırakmamıştım. Hepsi tek elimdeydi nedense.
Sen tek başına bir doğrusun yazıyordu kâğıtta, yalnızca tek başına.
Bir ayrılık anı anca bu kadar güzel yazılabilirdi.