Annem telefonda, sesi
hüzünlü; “sakalını kısalt oğlum, işid’ci sanırlar, vururlar seni” diyor. “Tamam
anne, keseceğim merak etme” diyorum hemen ardından.
Kesmeyeceğimi kendisi de biliyor, ama o anne söylemesi gerek. Ben “tamam” dedikten sonra en azından az da olsa umut ediyor. Sakalımı keseceğimi ve benim işid’ci sayılmayıp vurulmadan duracağımı düşünüyor. Bu hafifliği yalan da olsa ona yaşattığım için seviniyorum.
“Taksime filan da gitme, eylemlerden uzak dur, mitinglere katılma” diyor. Bir şeyleri düşünmek için iki-üç saniye bir sessizliğe bürünüyor. Aklına gelen şeyi unutmamak için bir çırpıda söylüyor cümle yapısı dinlemeden.
“o kara kuru, üzerinde devrim şeyleri olan t-shirtini giyme, pkk’lı sanırlar üzerine bomba atarlar oğlum” diyor.
“merak etme anne, açık renk giyinirim” diyorum. Herhangi bir ses vermese bile sesinin titrediğini telefonun ucundan hissediyorum.
“avm’lerden uzak dur, toplu taşımaya filan binme” diyor. Sıkılıyorum. Ses tonumdan bu sıkkın halimi anlıyor. “Allah def etsin bunları başımızdan” diyor.
“merak etme anne, onlar kendi pimlerini kendileri çekti, bir patlayacak ki sorma” diyorum. Sesi sesimi kesiyor tiz bir nefes sesiyle.
“oğlum niye rahat durmuyorsun” diyor. Durmayacağımı da biliyor. Hem de çok uzun süredir biliyor. Daha onsekizimde omuriliğime o tığ saplandığında, sırf acı çektiğimi görmesin diye acıdan bayıldığımı biliyor. Göğüs kafesime o koca şey girerken göz bebeğimde oluşan kıvılcımın saniye içinde nasıl dünyayı yutabileceğini biliyor.
hoyrat yetiştirilmedim ama öyle büyüdüm. Nedensiz bir kaçış ve nefret vardı çocukluğumdan beri içimde. Kavgaların dövüşün, kaderin sillesini yiyerek geldim bu yaşıma. Biliyorum ki her tokadı yiyişimde benden çok annemin canı yandı, hiç belli etmedi bana üzüntüsünü. Evde o uyuşturucu haplarını yana yakıla aradığımda, ortalığı kırdığımda anladı bende ki çaresizliği. Sadece bir kez, tek bir kez gösterdim ona aciz ve muhtaç yanımı. Kendi evladını ilk kez o zaman öyle görmüştü, eminim. Ha evden kaçtığımda kemerle sabaha kadar dayak yediğim anı saymazsak. Ya da on dört yaşımda kör olana kadar rakı içtiğimde mahallede “ben böyle hayatın anasını sikeyim, hepinizi sikeyim; siktirin gidin lan!” diye anırdığım anı saymazsak.
Öyle süreçlerden geçiyorsun ki, bir süre sonra tozunu yuttuğun sokağa benzemeye başlıyorsun. Aynı onun gibi sıradan, sert ve gaddar; bir o kadar yalnız kalabiliyorsun. Nasıl alıştım bilmiyorum ama ağlamak isteyip ağlayamadığım zaman dudağımın sağ yanını yerim. Bir tek annem bilir sağ alt dudağımdaki o çukuru. Bu durumumu bana söylediğinde o çukura gömmek istedim kendimi. Neden bilmiyorum, kendimi hiç sevdirmedim ona. Hayata karşı ördüğüm duvarlarım o kadar kalındı ki, kendi anneme bile ulaşabilmek için senelerimi verdim ben. Saçımın olduğu zaman dizine yatar saçlarımla oynatırdım. O şekilde uyuyabilirdim bir tek. Hepsi döküldükten sonra uyumayıda bıraktım zaten. Bu durumun farkına varır, dizine yatırır saçıyla oynatır, uyuturur beni. Bazı zamanlar öyle olur ki öyle uyanırım ki tüm vücudum kaskatı kesilir dünya etrafımda döner vaziyette uyanırım. Nerede uyandığımı anlayana kadar yıkarım ortalığı. Bunu bildiği için beni hiç yalnız bırakmaz, nereye gitse götürür. Bu sefer direttim yolladım bir yerlere. Anne olmak böyle bir şey sanırım. Ses tonundan bile anlaşılabiliyor bazı şeyler.
Hiçbir zaman kendimle ilgili bir şeyi konuşamadım onunla. İş güç tamam da, bu sevda işlerini filan hiç konuşamadık. Utandım her zaman bu konuları onunla konuşmaya. Konuyu açtıkça ben kapattım. Senin evladın bir türlü sevemiyor demedim. Ben aslında ona bir çok şey demedim. Bu halimi / tavrımı eminim ki anlayamadı anlam veremedi. Ama bahsedemedim. Koca evren kadar sevdim ama bir türlü diyemedim. Her olumsuz tavrımı kendine pay çıkarırdı hep. “Bizim yüzümüzden” derdi. Ben yine lafı değiştirirdim. İçimdeki bu kinin, nefretin, öfkenin sebebinin onların olduğunu bilmesini istemedim. Kendimi bütün dünyanın kalbini deşecek kadar öfkeyle yoğurduğumu bir türlü söyleyemedim. Sigara içtiğimde çektiğim her nefeste tütünle birlikte eksildiğimi onlara söyleyemedim. Damarlarımdan göz bebeğime kadar vuran o zehri tüm zerremde hissettiğimi, kafamın içindeki sebepsiz uğultuyu, ciğerim patlayana kadar koşmak istediğimi onlara bir türlü söyleyemedim. Onun yerine çok muhteşem bir şey keşfettim. Gülümsemek diyorlarmış buna, onu da sonradan öğrendim. İçimde zangır zangır titreyen sinir sistemime inat sadece suratımda harekete geçireceğim birkaç kas hareketi hepsi bu. Gülmek bu kadar basit aslında..
Huysuzluğumdan mıdır nedir bilmem. Bir şey çok ısrar edildi mi ya da üzerimde çok duruldumu kaçar giderim oradan. Baskı altında hissederim kendimi, nefesim daralır, sıkılırım. O yüzden başlangıçlarım hep çok kuvvetli olur. Bir olaya, konu ne olursa olsun muazzam bir şekilde adapte olurum. Ama sonrası yok, koca bir sıfır.. Ayağımın altından halı çekilmişçesine sert, ama çok çok sert serilirim yere. Toparlayamam kendimi öyle zamanlarda. Uzun süre yuvarlanırım. Belki bir güç, bir kuvvet duysam içimde, köşemde dahi olsa hatta ve hatta en rutubetli yerimde bile olsa, onu oradan ivedilikle çıkartır kendim için kullanırım. Ama yok, öyle bir yardımcı kuvvetim yok. Daha çok çocukken harcadım onları. Tüm hepsini annemi üzmemek için harcadım. Geriye ne kaldı diyecek olursanız Allah belamı versin ki bilmiyorum. Dedim ya, iyi başlangıçların kralıyımdır her zaman. O yüzden hayatından çıktığım kişiler başlangıcı değil de bitişimle hatırlarlar beni. Çünkü fevkalade kaybederim. Öyle böyle değil. Bu kaybedişim hayranlık bile uyandırabilir. Tekerlekli tezgahında mal satan seyyar satıcının o yere serilen ve bir türlü toparlanamayan yanıyım. Her parçam farklı yerlere saçıldı durdu. Şimdi onu toplamaya ne benim gücüm yeter, ne de benden gidenler yine bana gelmeye cesaret eder. Anlayacağınız hiçbir şeye sıfırdan başlanmaz. Çünkü sıfır diye tabir ettiğimiz şey bir karadeliktir. Umut ettiğimiz şeyi alır ve içine çeker. Ve sen kaybolduğunu, yok olduğunu anlayana kadar ömrün biter… Kaybedenlerin birinci kuralı kaybettiğini hiçbir zaman kendine itiraf edememektir. Çünkü itiraf etmek bir kaybetmek değil teslim olmaktır. Hiçbir kaybeden de teslim olmak istemez. Çünkü teslim olmak bir vazgeçiş, yani yeniden başlangıç için bir sebeptir. Buda eşittir cehennemdir…
Kesmeyeceğimi kendisi de biliyor, ama o anne söylemesi gerek. Ben “tamam” dedikten sonra en azından az da olsa umut ediyor. Sakalımı keseceğimi ve benim işid’ci sayılmayıp vurulmadan duracağımı düşünüyor. Bu hafifliği yalan da olsa ona yaşattığım için seviniyorum.
“Taksime filan da gitme, eylemlerden uzak dur, mitinglere katılma” diyor. Bir şeyleri düşünmek için iki-üç saniye bir sessizliğe bürünüyor. Aklına gelen şeyi unutmamak için bir çırpıda söylüyor cümle yapısı dinlemeden.
“o kara kuru, üzerinde devrim şeyleri olan t-shirtini giyme, pkk’lı sanırlar üzerine bomba atarlar oğlum” diyor.
“merak etme anne, açık renk giyinirim” diyorum. Herhangi bir ses vermese bile sesinin titrediğini telefonun ucundan hissediyorum.
“avm’lerden uzak dur, toplu taşımaya filan binme” diyor. Sıkılıyorum. Ses tonumdan bu sıkkın halimi anlıyor. “Allah def etsin bunları başımızdan” diyor.
“merak etme anne, onlar kendi pimlerini kendileri çekti, bir patlayacak ki sorma” diyorum. Sesi sesimi kesiyor tiz bir nefes sesiyle.
“oğlum niye rahat durmuyorsun” diyor. Durmayacağımı da biliyor. Hem de çok uzun süredir biliyor. Daha onsekizimde omuriliğime o tığ saplandığında, sırf acı çektiğimi görmesin diye acıdan bayıldığımı biliyor. Göğüs kafesime o koca şey girerken göz bebeğimde oluşan kıvılcımın saniye içinde nasıl dünyayı yutabileceğini biliyor.
hoyrat yetiştirilmedim ama öyle büyüdüm. Nedensiz bir kaçış ve nefret vardı çocukluğumdan beri içimde. Kavgaların dövüşün, kaderin sillesini yiyerek geldim bu yaşıma. Biliyorum ki her tokadı yiyişimde benden çok annemin canı yandı, hiç belli etmedi bana üzüntüsünü. Evde o uyuşturucu haplarını yana yakıla aradığımda, ortalığı kırdığımda anladı bende ki çaresizliği. Sadece bir kez, tek bir kez gösterdim ona aciz ve muhtaç yanımı. Kendi evladını ilk kez o zaman öyle görmüştü, eminim. Ha evden kaçtığımda kemerle sabaha kadar dayak yediğim anı saymazsak. Ya da on dört yaşımda kör olana kadar rakı içtiğimde mahallede “ben böyle hayatın anasını sikeyim, hepinizi sikeyim; siktirin gidin lan!” diye anırdığım anı saymazsak.
Öyle süreçlerden geçiyorsun ki, bir süre sonra tozunu yuttuğun sokağa benzemeye başlıyorsun. Aynı onun gibi sıradan, sert ve gaddar; bir o kadar yalnız kalabiliyorsun. Nasıl alıştım bilmiyorum ama ağlamak isteyip ağlayamadığım zaman dudağımın sağ yanını yerim. Bir tek annem bilir sağ alt dudağımdaki o çukuru. Bu durumumu bana söylediğinde o çukura gömmek istedim kendimi. Neden bilmiyorum, kendimi hiç sevdirmedim ona. Hayata karşı ördüğüm duvarlarım o kadar kalındı ki, kendi anneme bile ulaşabilmek için senelerimi verdim ben. Saçımın olduğu zaman dizine yatar saçlarımla oynatırdım. O şekilde uyuyabilirdim bir tek. Hepsi döküldükten sonra uyumayıda bıraktım zaten. Bu durumun farkına varır, dizine yatırır saçıyla oynatır, uyuturur beni. Bazı zamanlar öyle olur ki öyle uyanırım ki tüm vücudum kaskatı kesilir dünya etrafımda döner vaziyette uyanırım. Nerede uyandığımı anlayana kadar yıkarım ortalığı. Bunu bildiği için beni hiç yalnız bırakmaz, nereye gitse götürür. Bu sefer direttim yolladım bir yerlere. Anne olmak böyle bir şey sanırım. Ses tonundan bile anlaşılabiliyor bazı şeyler.
Hiçbir zaman kendimle ilgili bir şeyi konuşamadım onunla. İş güç tamam da, bu sevda işlerini filan hiç konuşamadık. Utandım her zaman bu konuları onunla konuşmaya. Konuyu açtıkça ben kapattım. Senin evladın bir türlü sevemiyor demedim. Ben aslında ona bir çok şey demedim. Bu halimi / tavrımı eminim ki anlayamadı anlam veremedi. Ama bahsedemedim. Koca evren kadar sevdim ama bir türlü diyemedim. Her olumsuz tavrımı kendine pay çıkarırdı hep. “Bizim yüzümüzden” derdi. Ben yine lafı değiştirirdim. İçimdeki bu kinin, nefretin, öfkenin sebebinin onların olduğunu bilmesini istemedim. Kendimi bütün dünyanın kalbini deşecek kadar öfkeyle yoğurduğumu bir türlü söyleyemedim. Sigara içtiğimde çektiğim her nefeste tütünle birlikte eksildiğimi onlara söyleyemedim. Damarlarımdan göz bebeğime kadar vuran o zehri tüm zerremde hissettiğimi, kafamın içindeki sebepsiz uğultuyu, ciğerim patlayana kadar koşmak istediğimi onlara bir türlü söyleyemedim. Onun yerine çok muhteşem bir şey keşfettim. Gülümsemek diyorlarmış buna, onu da sonradan öğrendim. İçimde zangır zangır titreyen sinir sistemime inat sadece suratımda harekete geçireceğim birkaç kas hareketi hepsi bu. Gülmek bu kadar basit aslında..
Huysuzluğumdan mıdır nedir bilmem. Bir şey çok ısrar edildi mi ya da üzerimde çok duruldumu kaçar giderim oradan. Baskı altında hissederim kendimi, nefesim daralır, sıkılırım. O yüzden başlangıçlarım hep çok kuvvetli olur. Bir olaya, konu ne olursa olsun muazzam bir şekilde adapte olurum. Ama sonrası yok, koca bir sıfır.. Ayağımın altından halı çekilmişçesine sert, ama çok çok sert serilirim yere. Toparlayamam kendimi öyle zamanlarda. Uzun süre yuvarlanırım. Belki bir güç, bir kuvvet duysam içimde, köşemde dahi olsa hatta ve hatta en rutubetli yerimde bile olsa, onu oradan ivedilikle çıkartır kendim için kullanırım. Ama yok, öyle bir yardımcı kuvvetim yok. Daha çok çocukken harcadım onları. Tüm hepsini annemi üzmemek için harcadım. Geriye ne kaldı diyecek olursanız Allah belamı versin ki bilmiyorum. Dedim ya, iyi başlangıçların kralıyımdır her zaman. O yüzden hayatından çıktığım kişiler başlangıcı değil de bitişimle hatırlarlar beni. Çünkü fevkalade kaybederim. Öyle böyle değil. Bu kaybedişim hayranlık bile uyandırabilir. Tekerlekli tezgahında mal satan seyyar satıcının o yere serilen ve bir türlü toparlanamayan yanıyım. Her parçam farklı yerlere saçıldı durdu. Şimdi onu toplamaya ne benim gücüm yeter, ne de benden gidenler yine bana gelmeye cesaret eder. Anlayacağınız hiçbir şeye sıfırdan başlanmaz. Çünkü sıfır diye tabir ettiğimiz şey bir karadeliktir. Umut ettiğimiz şeyi alır ve içine çeker. Ve sen kaybolduğunu, yok olduğunu anlayana kadar ömrün biter… Kaybedenlerin birinci kuralı kaybettiğini hiçbir zaman kendine itiraf edememektir. Çünkü itiraf etmek bir kaybetmek değil teslim olmaktır. Hiçbir kaybeden de teslim olmak istemez. Çünkü teslim olmak bir vazgeçiş, yani yeniden başlangıç için bir sebeptir. Buda eşittir cehennemdir…
“Akşam ne yedin, aç mısın” dedi annem. Bu sadece açlık tokluk sorusu değildi. Bu soru içinde dünyanın sorusunu barındırıyordu. İyilik kötülükten tut, aklınıza ne geliyorsa. Bir annenin evladına “aç mısın” sorusunu hiçbir zaman hafife almayın, ya da ne bileyim en azından ben almıyorum.
“Açım anne” dedim. “Ülkeyi yiyip bitirenlere inat açım.”
“Yoğurt mayaladım, dolapta kavanozda. Çiçeğimi sulamayı unutma, gece de pencereleri kapat” dedi.
Bir süre sustum, ama bu süre toplasan ya iki ya üç saniyedir.
“Yeme bakayım dudağını” dedi. O ara gözümden bir yaş süzülüp gitti. Sonraki cümlemde “nereden anladın” diyecektim ki hisseder gibi hafif gülerek çıkıştı;
“anneyim ben anne, anneler
her şeyi anlar…”