Perdelerin
arasından usulca sızıyordu adamın gözüne ipincecik bir çizgi gibi güneş. Üç
santim aralıktan giren güneşe nispeten uyumalıyım diye düşüncü homurdanarak.
Ra’yla dalga geçercesine Yunan mitolojisi hakkında değişik şeyler üretmeye
başladı zihninde. Değişik Tanrı’lar ile selamlaşıp uyumak üzereyken elektronik
sektörünün Tanrısı olan telefon alarmı çalmaya başladı. Tam yirmi beş dakika
sonra uyandı, gözünün aynı yerine büyük kararlılık ve ciddiyetle vuran güneşe
daha fazla direnemeyip, ertelediği beşer dakikalık alarmı iptal edip yatağın
kenarında oturdu. Bütün dünyayı iki dakika içinde sorgulamak istiyorsan sabah
kalktığında yatağın ucunda o iki dakikayı tamamlamalısın diye düşündü adam. O
iki dakika boyunca iş yeri için servise binebilmek için bile kullanacağı otobüs
hattını, akbilinde ki parayı, üzerine ne giyeceğini, hatta ayıp olmasın diye kısa sürelide olsa
siyaset ve futbol bile düşündü. Tozunu tuvalet kağıdıyla aldığı tabağın içine
biraz gevrek ve süt döküp kahvaltısını yaptı. Çaysız bir kahvaltı sofrasına
oturduğu için kendisine defalarca küfür etti. Sol arkada tezgahın en dibinde
duran çay bardağıyla göz göze gelmemek için halıda ki desenleri saymaya başladı.
Bir polis lojmanı griliğine döndüğünün farkına varmış ve bir robottan farkının
olmadığını kendisine itiraf çoktan etmişti. Bir şekilde nefes alıyor,
habersizde olsa aldığı nefesi geri veriyordu.
İstanbul
kartında dört lirasının daha olduğunu görünce sebepsizce gülümsedi şöförün
hemen arkasında oturan kulaklığı takılı üzerinde gri eşofman olan dip boyası
gelmiş sarışın kıza. Kız tedbirli bir gülümseme atmıştı ama bu gülümsemenin bir
mahiyeti yoktu. Çünkü bir insan güldüğü zaman önce gözlerden başlardı gülümsemesi,
bunu bilirdi. Güneş gözlüğünün sansürlediği bu anlık gülümsemenin verdiği
burukluk kartta kalan paranın mutluluğunu silip süpürdü.
İett’den
inmiş ve servisini beklemeye başlamıştı. Servis ciddiyetinden nefret ediyordu.
Birbirinin yüzüne bakmayan onca insan, birbirini duymamak için kulaklarının
deliğine tıkadığı müzik deposu, onca yalancı günaydın, yalancı tebessümler.
Daraldığını hissettiği an kravatını bir parmak aşağıya indirdi. Her şeyin
zamanla nasıl eskidiğini düşündüğü an gözü yine o kadına takıldı. Bu bekleme
maratonunu sadece bu kadın için seviyordu. Nedensizce saatlerce hatta günlerce
o kadını izleyebilirdi. İlk gördüğü gün geldi aklına. Bir insan bu kadar
güzelken bu kadar mutsuz nasıl gülümserdi diye düşünmüş ve bir daha aklından
çıkmamıştı kadının yere düşen şemsiyesini verdiğinde karşılaştığı tebessümü.
Günler,
aylar geçmişti; “eksildik biraz daha” diyordu şairle birlikte adam. Zamanın
kendisini nasıl eskittiğinin yanı sıra bu kokusu baharı kıskandıran, saçları
güneşe yön veren gözünü kırptığı an o saliselik anda kadınla birlikte dünyası
kararan kadının her gün biraz daha eksildiğine şahitlik ediyordu. Resmen günden
güne daha da mutsuzlaşıyordu. Kim bilir ne derdi var diye düşündü adam. Birkaç
sefer yanına kadar iyice sokulup konuşmayı denedi ama beceremedi. Dili tutuldu,
tökezledi. Bunun adı neydi ki? Bir yetmişlik rakıyı tek başına içmiş gibi başı
dolanıyordu yanına yaklaştığında dahi. Hele göz göze geldiklerinde geçici
bilinç kaybı yaşıyor kendi dünyasını unutuyordu. Bir seferinde burnuna kadar
giren servisi fark edememiş, servis şöförünün defalarca kornaya basmasına
rağmen gözlerini kadından alamamıştı. Neydi bunun adı? Bu hissettiğine bir şey
/ bir isim koymak istedi beceremedi. Hayatında ki tek beklentisi sabah kalkıp o
kadını görmek olduğunu anladığı an bir şeylerin değil de bir çok şeyin
eskidiğini fark etti. Yok, hayır olmamalı dedi adam, bu sırada sesli düşünmüş
ve serviste ki dört kişiyi uykusundan uyandırmıştı. Bu kadar güzel olan biri bu
kadar mutsuz bakmamalı diye düşünüp yumruğunu sıktı. Geçiştirdiği sadece kadına
olan merakı değil aynı anda zamandı. Her şey bir yana acımasız diye
nitelendirdiği zaman akıp gidiyordu. Tam iki yıldır kadının biraz daha eridiğine şahitlik ediyordu bu
adam. Tek partili bir devlet gibi soyut hissediyordu kendisini. Yalnızdı.
Yalnızlığı kıskandıracak kadar, yalnızlığın yanına bile yalnız sıfatını takacak
kadar yalnızdı. Tek hayatı, dini-imanı; ibadeti bu kadın olmuştu. Zamanla
tanrılar öldürdüğünü fark etti. Tek tanrısı bu kadın olana kadar bütün putlarını
yıktı hayatında ki. Bir şeyleri eksiltmek bir şeyleri azaltmak değildi. Bunun
farkına bir türlü varamamıştı. Çünkü eksiltmek bir çeşit yıpratmaktı; yok olmak
değil. Yok olmayı seçmek için çok fazla şey taşıyordu zihninde. Bu yüzden
kaldıramayacağı kadar soru işareti vardı kafasında adamın, bu yüzden büyük bir
hataya düşüp giderek eksiltti bir şeyleri zamanın kendisini nasıl azalttığını
bilmeden. Bir süre sonra zamanla birlikte kadında eksildi. Hatta çok sonraları
gelmedi. Uzunca bir zaman göremedi. Kadını göremediği zamanlarda eksilmenin
bittiğini bu sefer de azaldığını / yok olduğunu görünce perdenin arasından
gözüne sinen güneşe selamladı. Çünkü parçalanmışlığın acısını kaldıramayacak
kadar yorgundu bu sıradan adam. Adını bile bilmeden tam beş yıl boyunca
izlediği o kadından en son haberi televizyondan aldı; “bir kadın cinayeti”
başlığı altında. Tam otuzüç yerinden bıçaklanarak öldürülmüştü. Tek tek saymaya
kalkmaya çalıştı adam, sayarken bile yoruldu. Tam otuzüç.
Bütün
evreyi tamamlamıştı adam. Artık ne eksilecek ne de azalacak bir şeyi
kalmamıştı. Bir gölgeye dönüştüğünü kendisine itiraf ettiğinde yirmi yedi
yaşındaydı. İki ay sonra kadının adını öğrendi. Adını öğrenmek istediği zaman
ettiği duâyı düşünüp öldürdüğü Tanrısına öfkesini kustu. Kokusu hâlâ
ciğerlerinde olan bu kadının adını öğrenebilmek için mezar taşını okumasına
gerek yoktu. Başka türlüsü de olabilirdi dedi, olmalıydı. Gözünden bir damla
yaş süzülüp mezar taşının üstüne düştü. Serçe parmağıyla o şeffaf yaşı bulup
toprağına sürdü. O gözyaşı buharlaşıp gökyüzüne kavuştu. İçinde bir şeylerin
menekşelendiğini ve oluşan gökkuşağının cümbüşünü izledi. İyi bir şeyler
hissetti adam bu kez, beş yıl boyunca her gün biraz daha grileşen ve en son
karanlığa gömülen bu kadına içinde ki bütün renkleri vermişti. Artık daha güzel
güleceğini düşündüğü an, içinde kendisini terk eden renklerle veda edemeden
karanlığa gömüldü bu adam. Olsun, dedi. Değerdi. Sadece bir sefer sesini
duymasını sağladığı şemsiyesini açıp kadının mezar taşının üzerine koydu. Yağmur
tam yirmiiki dakika sonra durdu. Adam şemsiyeyi kapatıp ivedikle silkeleyip
kadının başucuna koydu. Üç adım attıktan sonra arkaya bakmak istedi. Eskiden
anlatılmış bir söz geldi aklına; “mezarlıktan çıkarken arkaya bakma,
izlermişler seni giderken” gülümsedi. Gülümsemesi doruğa ulaştığı an kadınla
göz göze gelmek için ani hareketle döndü. Hiç düşünmeden verdiği renkleri
kadının başını sarmış muazzam bir gökkuşağı oluşturmuştu. “Ruhuna El Fatiha”
yazısının hemen üstünde ki ismine odaklandı. Adı mı? Bahar’dı.
Çok
sonra, parçalanmışlığını hissetmek için bir şeyler karalamak istedi bu adam.
İlk önce “Parçalanmış Gülüşler” demek istedi bu taslağa ama vazgeçti. Çünkü
parçalanmış değil, bir nükleer isabet etmiş gibi yerle bir olmuştu bu gülüşler. İkinci kitabı olan
“Sonradan Gelen Bahar” adlı kitabına bu satırlarla başladı…
09.05
Sefaköy / Borusanayi iett durağı
Bahar’ın anısına..
Sefaköy / Borusanayi iett durağı
Bahar’ın anısına..
Nenen ölmeye emi
YanıtlaSilçok güzel !! emeğe sağlık hem ferdi babayı çok severim onun müziğiyle okumak daha güzel oldu selametle !!
YanıtlaSilteşekkür ederim, hoş geldin
Silarada nostalji iyidir :)
Tüylerimden tiken diken oldum Tolga. Çok güzel anlatmışsın gene. Gerçek mi kurgu mu hikayen? Aslında bir önemi var mı bunun bilmiyorum çünkü öyle çok gerçek Bahar var ki. Yüreğine sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Kadriye,
SilDurakta bekleyen o kadın gerçek, üstüne konulan hikaye tamamiyle kurgu