13 Haziran 2017 Salı

Mat Pembesi

Mat Pembesi
Derin bir of çektikten sonra sağ önümde duran kırmızı düğmeye bastım. Dıııt sesini duyduktan sonra hemen önümde yüz altmış iki sayısıyla birlikte burnumun dibine sokulan aynı sayının beyaz kare bir kağıda resmedilmiş şekliyle karşı karşıya kaldım. Hayal ve umut içerikli birçok şey yazabilirdim halbuki buraya, ben ki yolda gördüğüm tüm canlıların gözlerinin içine bakmaktan büyük haz duyarken… bu hale nasıl geldim hiç sorgulamadım. Daha doğrusu sorgulayamadım. Malum.. Hayat ve hayal arasındaki o ince çizgi, o son iki harfin hayatımız içindeki gerçeklilik kavramı.
“Bilgilerinize baktığımda kredi konusunda bir sıkıntı çıkacağını düşünmüyorum” dedim, karşımda duran iki et parçasının yüzüne bile bakmadan. Ne önemi vardı ki? Yüzlerine baksam, karşımdaki kişinin kederini ya da neşesini kendime hapsetsem ne değişecekti. Yine sahte gülümsemeler yine sahne mimiklerle dolacaktı sağım solum. Hem bir banka memurunun kim umurunda olurdu? Ne yiyip ne içtiğim yahut neye ağladığım, en son kiminle seviştiğim hatta hiç sevişmiş miyim? Bir dakika hiç sevişmiş miyim?

Karşımdakinin gözünde her zaman bir insan olarak değil de faizci olarak bulundum, biliyorum. Hatta bazıları tefeci bile derdi patronlarımdan yola çıkarak bana. Kimisi halime acırdı, kimisi aldığım maaşı kendi maaşıyla kıyaslayarak hayıflanırdı. Sonuç olarak karşıma dikilenler için muhteşem bir robottum.
“Faiz oranınız biraz fazla değil mi?” dedi. Haklıydı. Dünyanın faizi biniyordu omuzlarına. Borcu borçla kapamak istiyorlardı. Tıpkı günahlarını kilisede papaza çıkartanlar gibi.
Ben de bir sefer gitmiştim papaza. Nasıl günah çıkartılır bilmediğimden memur aklımla gidip bir makine arıyordum ki sıranın kimde olduğu belli olsun diye. Kendi halime çok gülmüştüm o zaman. Hatta o kadar uzun süre sırıtmıştım ki az kalsın bir kahkahaya bile dönecekti bu serüven. Ihım ıhımm sesiyle irkilmiştim kilisedeki siyahi görevli tarafından. Kafamı aşağı yukarı kaldırarak hatanın bende olduğunu betimlemiş ve sessizce özür dilemiştim. Sıra bana geldiğinde papazla önümde tuhaf bir örtü vardı. Bir şeyler demem gerektiğini biliyordum ama hiçbir şey çıkmıyordu ağzımdan. Papaz da halinden memnun bir şekilde dinlemişti sessizliğimi. İçimde o kadar çok şey vardı ki bir sıraya koyamamıştım onları, hepsi birden tek bir seferde çıkmak istiyordu benden dışarı. Muhteşem firari cümlelerim vardır benim. O kadar hızlı kaçarlar ki aitlik hissetmeme, benden olduğunu iddia etmeme rağmen yüzüme bile bakmadan yok olup giderler. Velhasıl hiçbir şey diyemeden çıkmıştım kiliseden bütün pısırıklığımı avuç içime siper ederek.
“İşleminizi tamamladım, üç saat içinde hesabınıza geçecektir” dedim ilk kez suratına baktığım kadına. Yüzü mayın tarlası gibi çukurluydu. Gözlerinin altı mor rengini ben yarattım dercesine mor. Tülbendini üstünkörü taktığından sol kulağı dışarı çıkıktı. Öylesine şaşırmıştım ki kulağın büyüklüğüne, tek bir kulakla bile kadın idare edebilir diye düşündüm.
Kadını göz ucuyla süzerken yanında hiç sesi çıkmayan kıvırcık saçlı kız dikkatimi çekti. Hemen hemen ben yaşlarında, dolgun göğüslü sürekli dudağının bir köşesini yediğinden stresti olduğunu düşündüğüm bir tipti. Bir tek kalkarken yüzüme baktı. Ya da ben bir saatlik işlem içerisinde ilk kez kendilerine baktığım için böyle düşünüyor olabilirim.
Annesi olduğunu düşündüğüm kadının peşinden kalkarken, belki de saniyenin onda biri kadar bile olabilir ama bir gülümseme attı. Öyle güzel gülümsedi ki sol yanağında oluşan gamze evrenin sahibi karadelik gibi beni kendine çekti. Sanki beni öpmek istiyormuş da bana doğru yöneliyormuş gibi kafamı ona doğru ittirdim. Küüüt diye bilgisayarın köşesine toslayınca koca kafamı minik bir serçe kuşun ötmesi gibi gülümsedi “ihihi”


Halime gülen iş arkadaşlarımı çatık kaşlarımla ürkütünce sandalyeme oturup yaptığım işlemi merkeze gönderdim. Onsekiz bin tl’leri onaylanmıştı. On sekiz bin tl için yirmi üç bin iki yüz elli lira ödeyecekti. Canımı sıkıyordu bu iş, ama mecburdum. Dünya dediğimiz bu döngü için mutluluk eşittir para olabiliyor kimi zaman. Üzerimize biçimlendirilmiş bu kurallar da ne yazık ki belli başlı şeylerin gereksinimi doğuruyor. Lidyalılardan günümüze uzanan bir zımbırtı; para.
Telefonumu çıkartıp rast gele bir oyun açtım. Patronlarımız bilgisayarlarımıza kota koymuştu. Belli başlı sitelere giremiyorduk. Neme lazım, belki üç beş kuruş kaybedebilirlerdi bizim bu dalgınlıklarımız yüzünden. Telefonumu çıkarttıktan sonra tam karşımdaki masada yani az önce iki kadının olduğu yerde pembe mat renginde bir ajanda olduğunu gördüm. Atik bir şekilde davranıp sanki dünyanın sırları içerisinde yazılıymış gibi defteri aldım. Sıra kendisine gelmesine rağmen düğmeye basmadığım için işlemini yaptıramayan adamın bakışlarının ağırlığını hissettim. Umurumda değildi. Allah’a şirk koşuyormuşum gibi günahkâr bir tavırla kaldırdım defterin kapağını. İçerisinde o kadar yazı vardı ki tek bir seferde sindirilmesi mümkün değil gibi geldi. Etrafımda bana bakan birinin olmadığına kanaat getirince çantamın içerisine attım defteri. Saat üç buçuktu, mesainin bitmesine az kalmıştı. Umarım o kız gelip defterini sormaz diye düşündüm. Yıllardır unuttuğum bir heyecan dalgası kaplamıştı içimi. Nefret dolu gözlerle bana bakan adamı daha fazla bekletmedim ve işlemini gerçekleştirdim.
Akşam evin kapısını açmaya yeltenmeden kendisi açıldı. İhtiyar kapı, belli ki yorulmuştu açmak için başvurduğum el darbelerinden. Kim bilir nice suratlar görmüştü böyle. Nice umutsuzluğa şahitlik etmişti. Koca bir sessizlik karşıladı yine beni. Masanın üzerinde dünden kalan pizza artıkları ve sadece bir bardak içmeme rağmen dışarıda bıraktığım kola vardı. Ahh dedim içimden, yine dışarıda unutmuşum bu mereti. Olsundu. Her zamanki taktiğimi yapmış, asidi kaçmış kolanın içine attığım limon kabukları ve olabildiğince buzla kendimce bir karışım yapmıştım. Yoksa asidi geçmiş kolaları atsam Edirne’den Kars’a yol olurdu.
Pencere kenarındaki yeşil tekli koltukta yerimi aldım. Sağ tarafıma koyduğum ufak masanın yine ayağı sallanıyordu. O kadar çok şey dökmüştüm ki sallanan ayağı yüzünden, artık umursamıyordum. 
Çantamı kucağıma aldım, elimi attığım gibi alabilirim umuduyla ne olduğuna bakmadan çıkardığım şey kendi şahsi defterimdi. Üstünkörü tam karşımda duran sandalyenin üzerine attım. Tekrar elimi daldırdığımda bir at yarışı bülteni karşıladı beni. Dün tek ayaktan nasıl yattığımı düşünüp kendimce hayıflandım. İyi para gelecekti. Belki o parayla şu lanet kırık masayı atar yerine yenisini alabilirdim.
Pembe defterle uzunca göz göze geldim. Defterinde gamzesi varmış gibi gülümsedi sanki bana. Gülümsemesine gülümsemeyle karşılık verdim. İlk sayfasını çevirdiğimde birkaç telefon numarası olduğunu gördüm. İvedilikle bir sonraki sayfayı çevirdim. Görmek istemiyordum özelini. Bu yaptığım normalmiş gibi kızın hayatında yer alan kişileri görmek istemedim.
İkinci sayfayı çevirdiğimde beni “fruuuşşşşşşşş” yazısı karşıladı büyük puntolarla yazılmış. Ne demek istediğini anlamadım. Anlamlandıramadığım şeyin altında “hızlıca vuruyor kumlarla birlikte, taşları bir ileriye bir geriye götürüyor.” Yazıyordu, anlamsızlığımın bir anlamı olmaya başladı.
Hemen yan sayfada “viyak viyakkk viyakkkk” yazıyordu. Onun altında yine açıklama gibi yazılmış ve üzeri defalarca karalanmış “acabaaa?” yazıyordu.
Üçüncü sayfayı çevirdiğimde ulan bunu mu merak ettim bütün gün diye sitem ettim kendime. “düdüüüütttmüş” yazıyordu kocaman.
 Hayal kırıklığımın bana kattığı süratle hızlıca çevirdim sayfaları. Birkaç tane özel rehabilitasyon merkezi broşürleri ve kartvizitleri olduğunu gördüm. Gördüklerim beni yarın bankaya gider gitmez, eski kayıtlara bakarak o kadının iletişim bilgilerinden yola çıkıp kendisini aramak oldu. Kadına kızının defterinin bizde olduğunu iletip emanetinin şahsımca saklandığını doğrulattım. Öğle arasına doğru geldi. O ara ihtiyaç kredisi için başvuran ve kredisi onaylanmadığı için suratıma suratıma poflayan adamla meşguldüm. Adam kalkınca bir sonraki sıradaki kişi heyecanla bana yöneldi. Sağ elimi havaya kaldırarak göreceği şekilde işaret parmağımla 1 dakika yaptım. Umutsuzca yerine oturdu. Kadın yanıma doğru yaklaşırken kızı kapıdan girdi. Annesini görüp o da yanımıza yaklaşmaya başladı.
“Hanımefendi” dedim “bu defter kızınızın sanırım. Malumunuz tehlikenin nereden ve nasıl geleceği belli olmaz o yüzden defteri çok azda olsa incelemek zorunda kaldım.”

Kadının yüzünde hiç önemli değil mimiği oluştu.
“Peki bir şey sormak istiyorum” diye çıkıştım mimiğin tamamlandığına şahitlik ettikten sonra. “Kızınız engelli mi?” dedim. Yüzündeki gülümseme çaresizce şekil değiştirdi. “Evet” diyebildi sadece.
“Zihinsel engelli vatandaşlarımıza yönelik vergi muafımız var, bundan neden faydalanmadınız, engellilik oranı %90’ın üzerinde olduğunu düşünüyorum” dedim.
Kadın kafasını onbeş derecelik açıyla sola eğdi, önce kızına baktı. “Çok sağ olun” dedi minnet dolu bir ses tonuyla, “lâkin kızım zihinsel engelli değil, sadece sağır ve dilsiz.”
Öyle bir şey oldu ki sanki dünyanın bütün çığlıkları tek bir seferde kulağımda yankılandı. Sendeledim. Üzüldüğümü görünce söze devam etti;
“Defterde yazanlar aklınızı karıştırmış olabilir, haklısınız. Öğretmeni bir ödev verdi ve merak ettiğiniz sesleri yazın dedi. Kızımın adı da Derya, tabi ki önce denizden çıkan sesi merak etti. Biz de elimizden geldiğince tarif etmeye çalıştık. Nasıl oldu bilmiyoruz ama bütün sesleri neredeyse bildi biliyor musunuz.”
Ağlamaklı oldum. Sesim bir serçenin sesinden daha ince çıkarak kadına ve kızına hoşça kal dedi. Derya gülümser gibi oldu. Yüzüne ilk kez bu kadar dikkatli bakmıştım. Bir okyanus kadar derindi. Gülümsemesi tamamlanınca gamzesi girdabım oldu ve beni oracıkta boğdu fruşşşş diye.

Sahi bir serçenin sesi nasıldı? 

6 yorum:

  1. İçim cız etmedi desem yalan olur.
    Ah Derya...

    YanıtlaSil
  2. https://youtu.be/R1B9BSwPFuE

    YanıtlaSil
  3. İçimizdeki cızlar içimizdekilerin piştiğini mi yoksa tükenmelerimizi mi anlatıyor acaba? :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. sanırım ağır ağır tükendiğimizi gösteriyor

      Sil