31 Temmuz 2015 Cuma

Hep sonradan, sonradan..



İnsan doğasında ruhla bedenin çatışması kadar boktan bir şey yoktur. Bu ikisinin farkında olanlar anlarlar ne demek istediğimi. Yıllardır bunun mücadelesini veriyorum. Çok, hem de çok uzun süredir çatışıyorum kendimle. Bunun için ne bir sebep aradım, ne de bu durumu çözmeye kalkıştım. Aslında olay çok ince bir ayrıntıda gizliydi. Çok açık ve net. Sebebini aradığım şeydi zaten içinde bulunduğum bu buhran. Bunun farkında olmakta çok boktan.
Hayatım boyunca hep kaybettim ben. Bir süre sonra kabullenmeye başladım bunu. Kaybetmek yitirmek değil, somut bir şeylerle karşılaştırmayın. Bu bir oluşum, bir kavram. İnsanın tüm sinir sisteminde hissettiği, diş ağrısı, kabızlık gibi bir zehir bu. Baş edemiyorsun. Baş etmek istiyorsun ama edemiyorsun. Baş ettiğini anladığın zaman baş etmemeliyim diye diretiyorsun. Çünkü busun sen, kaybetmek senin doğanda var. Başka türlüsünü görmemişsin ki bunun için mücadele veresin.
İki çeşit insan tanıdım hayatımda.
Birincisi benim hayat hikayemi bilmediği için beni yargılayanlar:
Çok basittir bir şey hakkında bir hükme varabilmek. Ağız, dil, duygu, düşünce.. adına ne derseniz. O kadar sürrealitis ki o kadar düşünmeden konuşmaya alışmışız ki beynimize zorla sokturulan o kelime topluluğunu o kadar çabuk cümle halinde tüketir olmuşuz ki. Karşımızdaki kişinin üzerine nasıl bunları kustuğumuzu göremiyoruz.

Birinci kesitin hakkımdaki teorilerine bir göz atalım;
a-) Bu kadar nasıl kuralsız olabiliyorsun
b-) Ohaa, milletin ortasında sessiz konuşsana; ne kadar da rahatsın
c-) Amaan, hayat sana güzel.
d-) Hep böyle neşelendirmeyi sever misin.
e-) Gözlerin çok dalıyor, yine hangi hatunu düşünüyorsun acaba (komiklikler gülmeler filan..)

Bazılarımızın sırf hobi olarak insan yargılıyor, bundan artık eminim. Anlayabiliyorum aslında onları da, başka ne yapsınlar ki hayatı bir şekilde renklendirmek lazım. Mesela bugün bana söylenen; sen benim çektiklerimin en fazlaaaaaa(burada düşünüyor) üçte birini çekmişsindir. Gülümsüyorum o ara, gülümsediğimi görünce yine “tabi yiaa hayat sana güzel..”
Hayatımla ilgili gerçekleri herkesle paylaşmam, bu yüzden beni yargılamalarına da bir şey demiyorum aslında. Aslında işin tuhaf tarafı hoşuma da gidiyor. Hele ki bazen bir şeyler anlattığım oluyor gerçekliğimle ilgili, o zaman üstteki şıklar birden değişiyor;

a-) E tabi, sende haklısın böyle hayat ancak böyle gamsızlıkla arındılabilir. Tamam yaa, olmuş bitmiş
b-) Ben senin yerinde olsam daha beterini yapardım. Boşversenee, kim ne düşünürse düşünsün
c-) Deme öyle ya, gez toz yaşa; daha yaşın kaç ki
d-) Palyaçonun hikayesini biliiin mi?
e-) Bak işte böyle yapınca kötü düşünüyorsun, başka bir şeyle oyala kendini

“Beni terk edenlerin hepsi kapı oldu. Çünkü sırtlarını bile görmeye vaktim olmadı. Kapıyı çekip çıktılar ve ben daha ne olduğunu anlayamadan kapıya dönüştüler.”
 
Pişmanlık duymamak için yaşadığım şeyleri yargılamam. Böylesi daha kolay gelir olumsuzlukları sindirmek için. Çoğu zaman karşımdaki insanı üzmeyeyim diye günlerce hatta, aylarca üzüldüğüm oldu. Ben kötü olurum benim yüzümden biri üzüldü mü, ah etti mi. Bu iyi niyetim yüzümden hep kaybettim. Ama hep. Hep ulan, hep hep hep hep!
Ne yapayım, bu da benim en kırılgan yanım. Ya da zaafım. Bunu çok kullandılar. Sırf onlara istedikleri şeyi söylemedim, dürüst oldum diye bu iyi niyetimi hep kullandılar. Beni kötü bildiler, giden ben oldum. Ben artık çok yoruldum. İnanın ki. Kadın milletinin bu salak, gerzek huyundan sıtkım sıyrıldı.

“ee şimdi biz neyiz?”
biliyorsunuz dimi bu soruyu. Biliyorsanız da biliyorum demeyin. Varsa bir makine gidip o soru kipini lugatınızdan atın.
Çünkü çok iyi biliyorsunuz kadınlık kimliğinizi kullanarak işin içinden sıyrılmayı. Tabi ya, ne kadar basit değil mi. Erkek değil miyiz, hepimiz aynıyız. Sikimiz taşağımız var, aklımız da orada. Ama hayır, seviştiysek evlenmek zorundayız. Seviştiysek, anında hemen hamile kalıp çocuğumu doğurmalısın. Aaa hanımefendi anne olmaya hazır değilmiş. Kaç kişiyle sevişmişim. Onunla niye sevişmişim. O herkes miymiş. Herkes kimmiş. Ben kimmişim. Beni niye siktin. Beni niye şimdiye kadar kimse sikmedi. Ben kimi siktim.
Her şeyin.. her şeyin.. ama her şeyin arasına giriyor o üç harfli. Bu benim hiçbirimizin suçu değil. Dürüstlük bir suçsa haydi şimdi sallandırın beni. Aşkı meşki dipfirize atmadım ben, üzerine iki toprak attım. Birini üzmek istemeyin ama karşınızdaki kişiyi üzmeyeyim diye kendinizi üzmeyin. Ne oluyor biliyor musunuz? Dünyadaki en boktan, en piç, en hiç, en sıradan bir o kadar orospu çocuğu az biraz pezevenk üzerine biraz gevşek hadi az kararında da duygusuz oluyorsunuz.
İnsanları tanımadan onları yargılamaktan vazgeçin artık.
Hem gözleri uzaklara dalan birinin yakında olmayan bir hikayshauhua
şaka şaka o geyiğe girer miyim :))
Oh be!
rahatladım…


19 Temmuz 2015 Pazar

Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?


Büyük bıkmışlıklar atıyorum şimdi tenimin geridönüşüm kutusuna
Hisse senetleriyle eşdeğer akıyor gözlerimden yaş
Ben mi yanlış yoldayım,
Yollar mı üzerime devriliyor?
Gözümün önünde bir kedi serçeyi yutuveriyor.
Yeni demini almış bir çay baş hizamdan geçiyor
Etekli kızlar baldırlarını gizliyor.
El ele tutuşan üç çift çayını şekersiz içiyor
Yalnızlar yalnızlıklarının tadını çıkarma gayretinde
- ah bu uçak sesleri…-

Hava ha karardı ha kararacak
Mahallenin imamı insanları Tanrı’ya çağırıyor,
Çay içenler hiç oralı bile olmuyor.
Küçük bir kız çocuğu buram buram deniz kokuyor.
İçimden birkaç ölü balık birden diriliveriyor.
-Hoca Efendii anason kokan ben değilim…-

Radyoda Sezen çıkıyor.
Sezen çıkınca çaylar tazeleniyor
-Vay, yine mi keder – ama artık yeter yine kapıda kara geceler..-

Yaşlı bir çift el ele sokaktan geçiyor
Adamın gözü yol kenarı mazgallarına takılıyor.
Yılların izin birden yüzüne vuruyor
Mazgal kapağından geç(e)meyen acılarına sövüyor
-Söverken gülüyor , gülerken ağlıyor, Sezen bitiyor, herkes susuyor-
Bütün sessizlik birden ciğerime doluveriyor.

Hava ha karardı ha kararacak
Yol üstü duraklarında insanlar bir bir sıralanmış
Boş akbil sesinin lanetiyle soluyorlar nefeslerini
Diller kurumuş, hoca susmuş
Büyük bir boşluğa düşmüşlerde
Son basamağı çıkıyorlarmış gibi pırpır yürekleri.

Güneş gitti- gelecek / elbet..
gidenler birgün gelecek,
o serçe hariç – o’nu gömdüler.
Ben olsam, bende gömerdim; yüzüstü – tam simetrik

Şuramda bir yerimde,
Yutkunamadığım bir yalnızlığım var;
Bir çöp tenekesi yalnızlığı bendeki..
Neden..neden! neden; neden-neden!
Neden tüm pisliklerimiz ona, neden?

Tam solumda duruyor, kırmızı; eski
Yetmişbir yaşındaki insan suratı gibi eski
Biraz da dargın gibi sanki bize;
Çok belli o serçeyi arzuladığı.
Dur hele çöp tenekesi kardeş, bari sen düşman belleme!
Bana zaten herkes düşman,
Ben olsam bende olurdum!
Kederle söndürülmüş bütün külleri kafamdan aşağıya savururdum
Müstehak bana
Boyu posu devrilmeyesice ben!
Sahi, ben bir kül neden olmadım?
Sevişmelerden sonra yakılan o ateşin külü
Hatta ve hatta boktan bir ayrılığın hüznü olmak için ateşlenmiş,
o tütünün veda kokan dumanı..

Kaç acıya, kaç sevmelere / sevişmelere şahitlik ederdim?
Savrulur muydum rüzgara
Atıp gider miydim bütün yalnızlar coğrafyasına hüznümü
Tekrardan ateşlenmek ister miydim?
Sevişir miydim bir tütünle,
Bir olur muydum bir dudakla,
Girer miydim iki parmak arasına,
Hayat verir miydim bir dumana
Savrulmak ister miydim tekrar;
Yeniden kafa tutabilir miydim koca karanlığa!
Bir serçe ölüsünü diriltebilir miydim..
Direnebilir miydim tekrar
Bir mazgal kapağı zırhına bürünebilir miydim?
Akıp gider miydim yeniden sonsuz boşluğa
Tutar mıydım,
Tutar mıydın,
Tutar mıydınız beni?

t.yazıcı
17.07..
Avcılar

12 Temmuz 2015 Pazar

Geçmişe Not: "O Filizi Ben Öldürdüm"




“Hadisene olum nereye bakıyorsun” dedi Dörtdiş Bedo
Dörtdiş lakabı dişinin dört tane olmasından filan değil, bir sürü dişi var hiç saymadım, neyse konumuz bu değil. Bedo’nun lakabı dört kere köpek tarafından ısırıldığı için dörtdiştir. Hayvanlar nasıl ısırıyorsa tek dişin izi hiç gitmiyor bunun teninden. Biri götünün sol yanağında biri sağ baldırında diğer ikisi sol böbreğin o taraftan.
Sol kapısına tornavidayı geçirdiğim arabanın oradan bakıyordum ona. Ulan be nemrudun kızı, görüyorsun ki arabayı çalmaya uğraşıyorum – ne diye bana öyle içten içten bakarsın değil mi?
Bedo huylandı, “bırak bana amına koyayım ben hallederim” dedi. Beni hafifçe ittirdi, dikkatim dağıldı, kafamı bir daha çevirdiğimde kız balkonda yoktu. Sinirlendim elimdeki lacivert tornavidanın arkasıyla arabanın camına vurdum. Camla birlikte elimde tuz buz oldu, yani cam tamamda arada sanırım kemiklerimi de götürdüm. Bedo hiç ses etmeden sessizce içerideki Sony marka kasetçaları çaldı. Gözüm yine oraya dalmış olacak ki Bedo’nun kolumu tutup çekmesiyle irkildim. “Ne oluyor olum sana cigara mı içtin yine bu ne hal zombi gibi dolanıyorsun” dedi. “Hııh, ne diyorsun” dedim hâlâ kendime gelememiştim. Çok sağlam, okkalı bir tokat çaktı bana. Yine bir şey demeden adımlarımı önce hızlandırdım sonra hızlanan adımlarıma direktif vererek koşmalarını söyledim.

Kasetçaları Gaftici Musti’ye teslim ettik. Ben ondört milyon Bedo da on milyon aldı. Elime zarar verdiğim için büyük pay bana düştü. İş bittiği için bir boşluğa düştük. O zamanlar da boşlukta olanların yaptığı tek şey esrar içmekti. Bedoyla Atatürk parkının oraya geçtik. Mustafa Kemal Paşanın hemen altında sarmaya başlamışlardı bile. Bir duman çektim, kesmedi, bir daha çektim, bir daha..birdaha bir daha. Kendime gelir gibi olduğumda arabayı patlatmış olduğumuz yerde olduğumu fark ettim. Sahibi bir bilse arabasına olanların sebebi olduğumu elimdeki o lacivert tornavidayı hiç düşünmeden götüme sokacak, biliyorum. Ama yine de oradayım. O ara hayal mi gördüm rüyada mıydım / neredeydim bilmiyorum onun peşindeydim, o balkonda ki şey – güzellik neydi öyle.
Elektrik direğine yaslanmış karşımdaki balkona dikmiştim gözümü. Bu doksanlarda ergen olmak çok boktan bir şey onu çok rahat anlayabiliyorum şimdi o zamanlarım aklıma gelince. Bir kızı göreceğim diye mal gibi sabahtan akşama kadar kızın apartmanın karşı tarafında günlerimizi heba ederdik. Tabi çocukluktan büyümüşüz Neşet Babayla, başka türlüsü ne münasebet. Dilimizde ya Müslüm Babanın ya da Neşet Babanın sözleri. Arkamdan bir ses duydum, sese doğru dönünce sendeledim düşer gibi oldum. Gülümsedi. Kolumu sargılı görünce gülümsemesini yarıda kesti. Üzüldüm buna, hemde çok. O gülümsemeyi yarım bıraktığım için aha geçti üzerinden bi onüç sene, hala kendimi affedemedim. Basitti belki, hem de çok. Ona göre çok sıradan bir gülümseme de olabilirdi bu, ama benim için çok özeldi / ömrüm boyunca da öyle kalacak. 

“Seni gördüm, neden böyle bir şey yaptın?” dedi yanımdan geçen insanları göz ucuyla süzerek.
“Ya sahibine sinirlendim, arkadaşımın anasına küfretmiş o yüzden camını patlattım.”
“Babam öyle bir şey yapmaz, atma” dedi. Bir adım geriye attım adımımı, kaldırımdan aşağıya doğru olduğu için o adım dengemi kaybedip düştüm. Yine güldü ama az önceki gibi etkili değildi bu, çünkü saf bir gülümseme değildi bu, içinde acı vardı. Ve günümüzde içinde acı barındıran o kadar çok gülümseme var ki, sırf gülmek için gülen hiç yok, gülmeler / gülümsemeler bile gdo’laştı.
Elimden tutup kaldırdı. “Tamam itiraf ediyorum ben bir hırsızım, elimdeki yara da patlattığım camınızın izi, hadi beni babanın yanına götür de pataklasın beni”
“Çaldığınızı o zamanda gördüm, söylesem o zaman söylerdim babama.”
“Peki neden söylemedin, sevmiyor musun babanı?”
“Babamı çok seviyorum ama çok güzel söylüyordun? Hiç türkü söyleyerek hırsızlık yapan birini görmedim.”
“Çok hırsız görüyorsun herhalde” dedim tek kaşımı kaldırarak. O yarım kalan gülümsemeyi tamamlayacak gibi oldu vazgeçti.

“Kaç yaşındasın” dedi? Çekinmeden “ondört” dedim ve ekledim; “sen?”
“yirmi iki… bana niye öyle bakıyordun, arkadaşın bu yüzden kızdı sanırım sana”
“çok güzelsin” dedim gözlerimden gözlerini bir saniye bile ayırmadan.
“çıktığın biri varsa yanlış anlar, ben gideyim istersen” dedim. “çıktığım biri yok” deyip beni sağ yanağımdan öperek hızlıca eve koştu. Ulan ne öpmüştü beni be, hâlâ durur ıslaklığı sanki yanağımda. Heycandan ağzım kulaklarımda tabi, ayaklarım götüme vura vura gidiyorum mahalleye.
Bir kalabalıklık gördüm bizim kuruyemişin orada, koşarak gittim Bedo yerde kıvranıyor. Beni gördü, anarahminden çıktığı ilk anki masumiyetini aldı yüzü, tuttu kolumdan şimdiki ilçe emniyet eskiden boş arazi olan yere gittik. Pantolonunu indirdi, açtı götünü domaldı önümde. “lan manyak mısın ne yapıyorsun oğlum” dedim, “yine dişledi, amına koduğumun köpeği yine dişledi götümü, baksana diş izi kalmış mı, dörtdiş bedo lakabı iyi, beşdiş güzel olmaz amına koyayım” dedi. Gülmeye başladım, çok uzun güldüm, harbi harbi güldüm; abartısız beş saat boyunca güldüm o tarlada. Bedo üzerini topladı, mahalleden İlyas’ı çağırıp cigara sardırdı. Kafamızdaki hayaller bile beyazlaşana kadar çektik otu ciğerlere. Ertesi gün yine apartmanlarının karşısındaki direğin orada aldım soluğu. Sokağın sonunda belirdi, bana doğru her adımında ben bir adım daha yeşeriyordum sanki, ha sonradan öğrendim adı Filiz’di. Oradaki yeşermemin sebebini de adına bağlarım.

Yanımdan geçerken “ondört yaşındaki hırsız Tolgaa” deyip sevimlice güldü ve dilini çıkardı. Evine doğru giderken bende mahalleye doğru koşuyordum. Gittim mahalleye, sevincimi birileriyle paylaşmalıydım, içim içime sığmıyordu.
“Olum bir kızla çıkmaya başlayacağım ama benden çok büyük, nasıl teklif edeceğim lan” dedim. İlk tepkiyi İlyas verdi “Hadi ya, kim bu kız nereden?” dedi, kızın oturduğu yeri tarif ettim. Ayhan var bizim, Canavar Ayhan deriz cüssesinden ötürü. “Ha Filiz’i diyorsun sen” dedi. Yüzümde gülümsemeler filizlendi de filizlendi, tam yeşerecekken Ayhan devam etti.
“Moruk ne sikersin onu ha. Açık kapıymış zaten o, geçen bisikletçinin sahibi Nedim’le görmüşler onu. Arabada verdi diyorlar.” Tam söze girecektim sırtımda bir el hissettim, Refik abinin eliydi bu. “Haydi bakalım koçum” dedi, “ev lazım olursa abini nerede bulacağını biliyorsun” dedi. Bedo’nun yüzü ciddileşti, “oh be” dedim içimden, “oh be sonunda biri gerçek bir şey söyleyecek.” Elini belime iki kere vurdu “moruk, patlak değilse hiç uğraşma, arkadan gir, başına kalır / dert alma.” Yutkundum, ama gitmedi. Hâlâ boğazımın bi yerinde durur o tükürüğüm. Gitmiyor amına koyayım. O günden sonra bir daha mahallede kimseye sevdiğim kişinin kim olduğunu hatta hiçbir şey söylemedim, kendi kendime yaşadım olacak aşk meşk işlerini. Şiir yazmaya da o zamanlar başladım. Ne zaman kalem alsam elime bir şeyler yazdım. İlyas’a , Nedim’e Bedo’ya söylemek isteyip söyleyemediğim her şeyi kafiye halinde yazdım, buna şiir diyorlarmış onu da sonradan öğrendim. Böyle boktan, bataklığın arasında kurbağalarla cirit atmakla geçti çocukluğum. Bir süre sonra o tozunu yuttuğum sokaklara benzemeye başladım zaten. Sövüyorum evet, ben çok sövüyorum…  
 
Ha bizim Bedo sekizinci ısırıktan sonra saymayı bıraktı. Onun laneti de o, adamı bıkmadan usanmadan köpek dişliyor. En azından artık götünü açıp bana göstermiyor, bu da iyi bir şey sanırım.
O muhabbetten sonra Filiz’i görmek gelmedi içimden. Bunun sebebini hiç düşünmedim. Zaten yıllardır süregelen bu nedensizlikten / anlamsızlıktan delirdim ben. Düşüne düşüne delirdim. Bir ay sonra taşındılar mahalleden. Babası daha güvenli bir yerde oturmak istiyormuş, öyle dedi tam giderken. Ha son olarakta “sen gördüğüm en tatlı hırsızsın” dedi. Arkasından “kaç hırsız gördün ki” deyip gülümsemek isterdim ama yapamadım. Döndü ve yavaşça gitti. Her attığı adımda içimde filizlenmeye yüz tutan bütün sevda pıhtılarını da tüketti.
Ondan bana kalan da Neşet Babanın bu türküsü oldu. Çok güzel söylüyormuşum bu türküyü, öyle demişti.

7 Temmuz 2015 Salı

Bir Raporlunun Gizli Defteri (3) - İçime Boşaldım -



Önce önümdeki dergiye on saniye sonrada çaya bakıyorum. İçimden sayıyorum bir iki..beş..altı, devam ediyorum böyle on’a kadar. Niye böyle bir şey yaptığımın farkında değilim. Hiçbir sebebi yok şuan şu hareketlerimin. Tek değişik nokta yedinci saniyede heyecanlanıyorum. Bir şeyden başka bir şeye geçerken genelde tökezlerim. Bu normal hayatımda da böyle olmuştur. Bir şeyleri yarım bırakmama gibi bir huyum var. Hiçbir şey yarım kalsın istemiyorum; konu ne olursa olsun. O yüzden sanırım ayrılıkların en somut halini yaşadım şu yaşıma kadar. Kimisi bu tavrımdan memnun oldu kimisi benden önce davranıp bana siktir çekti. Yanda ki cümlede kendime biçtiğim olan kısmı şuan reddediyorum, ı ıh siktir çekmek gibi bir huyum yoktur. Çok siktir çekildiğim için bir yansıma oldu kısa sürelide olsa.
Bazı mekanlarda bazı şeyler yapılamıyor. Bundan iki önceki yazıda yazdığım gibi, hem starbaks hem azer bülbül olmuyor. Sanırım bu sefer de olmayacak, bir türlü dergiden bir şeyler okuyamıyorum. Önümde devasa bir mavilik, bir türlü konsantre olamıyorum, dalıp gidiyorum uzaklara.
Sağ çaprazda bankta yaşlı bir amca var, elini kolunu sallayarak bir şey diyor sürekli, az sonra hesabı ödeyip amcanın yanına geçeceğim. Bakalım neler diyecek bana. Hem bir teoriyi daha deneyip başka bir mekana geçip deneyeceğim; bakalım dalgınlığımın sebebi bu mavilik mi yoksa benim kafa mı gidik.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Bir Raporlunun Gizli Defteri (2) - Dosto'nun Sakalının Kılıyım -



Resim Özlem Yılmaz'a aittir.


Önümdeki dergi bana ben ona bakıyorum. Bir şeye başlamak için herhangi bir işaret bekledim hep, yine onu beklediğim için mi bu yazıya böyle giriyorum bilmiyorum. Tek bildiğin Starbaksta “çay ti latte” diye bir meretin güzel olduğu. Son zamanlarda dikkatimi çeken bir durum var, meydanlarda yahut herhangi bir kalabalık yerde insanlara doğru değil de onlara sırtımı çeviriyorum. Bunun bir çeşit kaçış olduğunu düşündüm az önce. Ondan sonra tam zıttını. Yani işin ruhsal kaçıştan çok bir fiziksel çöküş olduğu kanaatindeyim. Çok fazla dikkat çekiyorum gibi geliyor, arkamdan geçip gittikleri için ne düşündüklerini de anlayamıyorum. Değişik bir haz bu. Vücuduma bıraktıkları rüzgar etkiliyor. Ne tuhaf, değişik karakterli insanların rüzgarı aynı vuruyor sağıma soluma. İş insan olmaktan çıktıktan sonra mı değişiyor?

Bana mı soruyorsun bunu?
Hobaa, sen nereden çıktın. Karşıma bu şekil oturman imkansız, masanın çekilmesi lazım senin oraya çıkabilmen için, kimsin?

Zamanında benden bir alıntı yapmıştın. Gelecekteki kitabının 216. Sayfasına denk geliyor, aç bak.
Şuan açamam, evde bütün dosyalarım.

Elindeki zımbırtıyı ne diye kullanıyorsun o zaman? Nedir onun adı?
Elimdeki zımbırtının adı tablet. Dışarıda olduğum zamanlarda yazmak için kullanıyorum bunu. Ayrıca korktuğumu sanma. Sadece merak ettim o alıntımı.

“her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır…” hatırladın mı şimdi?
hahah ha siktir! Dostoyevski’den bu, yer altından notlar. O sen misin?

Tam olarak değil. Sadece gözleriyim ben. Diğer organlarım yaptığın diğer alıntıların sahibi.
Şuan rüyada mıyım? Ya da halüsinasyon mu görüyorum? Bari onu söyle de rahatlayayım. Sanırım şimdi korkmaya başladım.

Korkma, daha önceleri bu hepimizin başına geldi. Tabi benim durum hepsinden karışık. Ben Sokrates’i Platon’u filan gördüm, bir ara Zeus filan bile göründü bana biliyor musun?
Hadi ya, çok havalıymış Dosto, ya da adın her neyse; hakket adın ne senin?