27 Şubat 2016 Cumartesi

Kır(ı)k Beşlik


 Belki sevebilirdim insanları üzerime basmasalardı..
 Böyle afili cümleler kurmayı nereden öğrendim bilmiyorum lâkin ömürden geçen kırk beş yıl insan lugatuna bir şeyler ekleyebiliyor.. Şöyle bakıyorum da geçmişe, kimler geldi, kimler gitti. Bigün üzerime basıp geçenlerden biri demişti, çok iyi hatırlıyorum; her şeyi düşünmek bir hastalıktır diye. Şimdi daha iyi anlayabiliyorum.. Görüyorum ki bir şeyler düşündükçe deliriyor insan. Varlığa, oluşumumuza bir neden aramak çıldırtıyor. Muhakkak sıyrılanlar oluyor bu buhrandan. Ama okumanın ya da yazmanın ne menem şey olduğu keşfeden takılıp kalıyor. Ömrü boyunca bitmek bilmeyen bir kuyruğa girdiğinin farkında olmadan bekliyor. Bazısı bir gemiyi, bazısı bir yâri, kimisi neyi beklediğini bile bilmiyor... Uğruna sözcükler yazılan ve taa atalardan geldiği söylenen öküz bile treni bekliyor. Ya ben? Ben neyi bekliyorum… Her şeyin farkında olmak yaşam kalitesini düşürüyor. Bunu da bir kişisel gelişimci biri söylemişti günü birlik yanıma uğrarken. Öyle zamanlar oldu ki bir gün fahişeyi ağırladıysam diğer gün bir din adamını ağırladım. Biliyor musunuz, ikisinin arasında hiçbir fark yok. İkisi de inandığı şeyi yapıyor. Biri elini biri götünü açıyor, tek fark bu…
Yorgunum… Solmuş bir bitki kadar soluk hissediyorum kendimi. Sahi, solgun bir bitki nasıl hisseder kendini acaba? Mesela bizlere de ‘yıkık duvar gibisin’ benzetmesini yaparlar. Bir şekil tükenmişliğe atıfta bulunurlar kendilerince… 

Yıkılmamam lazım. Ben yıkılırsam herkes yıkılır, ben yıkılırsam ortalık toz duman olur. Kırk beş yılın tozunu yutmanın verdiği öfkeyle öyle bir yıkılırım ki. İçimde barınanlar, beni kullananlar hatta ve hatta bütün soğukluğuma rağmen üzerimde yatanlar hüzünlenebilir. Üzerime ördüğüm ve yıllarca herkesten gizlediğim bu öfke ve nefreti görenler kısa bir sürelide olsa bütün hayatı unutup yıkılışımı İsrail’in Sur’u üflemişte kıyamet kopuyormuşçasına öfke ve hayretle izlerler.
Tam kırkbeş yıl… 

Bir haber geldi, hastalanmışım, dayanamaz gidersin dediler. Orama burama baktılar. Huylandım hiçbirinin yüzüne bakmadım. Sahi yüze bakmak nasıl bir duygu siz bilir misiniz? Ne mühim bir şey iki insanın göz göze gelebilmesi. Hiçbir zaman bunu bilemeyeceğim. Bir sefer bakar gibi oldum ama değilmiş. Onu da başaramadım. Gerçi başarmam gereken tek şey benim ayakta durabilmek. Yoruluyorum biliyor musunuz. Soğuk bir beton gibiyim espirisini yapsam eminim şimdi gülmezsiniz, ama belli mi olur belki küçük bir an aklınıza bir şey düşer ve gülümsersiniz.
Yeni misafirlerim var, günde üç öğün sevişiyorlar. O kadar gürültü çıkarıyorlar ki bazen ben bile dayanamıyorum. Boylarına poslarına devrileyim istiyorum. Kadının rahmine gidecekken o sıvı çökeyim istiyorum. Çünkü yeni acılara tahamülüm kalmadı. Çok gördüm, çok göreceğim, çok ani olacak yıkılışım. Bütün spermleri, bağırışları, cinayetleri, aşkları, kavgaları tek seferde hissedip bütün heybetimle yıkılacağım boşluğa. Büyük bir boşluk olacak orası. Herkesin gitmediği ve gidemeyeceği yer…


Neyse, yeni misafirlerime bir çatırtt sesini çıkartayım da ürksünler, sanırım vaktim geliyor.
Ha, kendimi tanıştırmayı unuttum. Ben Beyoğlu Lale Sokak, No:17 Çınar Apartmanıyım. Üzerime ördükleri betonlara inat adımı Çınar koymuşlar kırkbeş sene önce. Dedim ya, üzerime basılıp geçilmesinden çok yoruldum. Gidiyorum. Gidebildiğim yere kadar.
Gidiyorum.