26 Ekim 2016 Çarşamba

Ben Çalmadım!


Zaten hep böyle olmaz mı / olmaz mıydı / olmadı mı?
Önce yapraklar sarardı, sonra hüzün çöktü, peşine sigaralar yakıldı?
Sanki daha önce yakmadık mi / yakmadılar mı / yakmaz mıydık?

Peşi sıra ve bilindik kelimeler döküldü yine. Avuç içimize siper ettiğimiz umutları yem ettik taklacı güvercinlerin koynuna belki kanatlanmaktır tek çaremiz diye. Yoksa siz hiç uçmayı denemediniz mi?

Orospu çocuğuyum yalan söylüyorsam çıkışıyla karşılaştım geçen. İnsan yüzündeki çaresizliği idrak edecek kadar yaşamayın demişti biri. Dememiş de olabilir. Dememişse de şuan diyorum.

Tepemizde bir rüzgar. Esti, belki sert. Yine esecek.
Belki bir esinti belki bir tufanla çıkıp gelecek. Geldiği gibi sikecek, evet.. Çünkü umut denilen olgunun birleşmesini beklemek gibi nitelikli yetenekleri var şu hayatın.

Her kışın sonu bahardır diye diye içimizi sararttık.
Ve yine bu bekleyişi anlamlandırdık istemeden de olsa. Ulan türküler de yalan söylemesin be!

Bu sefer gülecek be olum diyorum. Elinde tiner mi bali mi hangi dostu var bilmiyorum. Kafası güzel, kafası tüm herkesten güzel. Orospu çocuğuyum yalan söylüyorsam abi, ben çalmadım diyor. Tamam olum diyorum, sen çalmadın. Elindeki bez Tanrısı gibi, sımsıkı bağlı ona; ibadet edercesine bir ona bir bana bakıyor. Biliyorum, elinde bir suret onunla konuşuyor. Ben çalmadım abi diyor, orospu çocuğuyum ben çalmadım. Kitlenmiş. Kim bilir hangi eksik parçasını tamamlayabilmek için birinden bir şeyler çalmıştı, bilmiyorum.
Ne çaldın olum diyorum. Elindeki bezi gösteriyor, başka bir şeyi yok, onun dünyası o bez. Orospu çocuğuyum ki çalmadım diyor. Toplasan dört - beş kelimelik bir cümle ama tüm sitemleri orada, o kelimelerin en tepesinde, ta tanrının yanında.
Sen çalmadın olum diyorum, sanki acısı hafiflemişçesine / dünya biraz da olsun iyi bir yer olmuşçasına suratıma bakıyor. Orospu çocuğuyum ki diyor çalmadın diye tamamlıyorum. Çalmadın oğlum, sen çalmadın diyorum. Hafif bir esinti sararmış bir yaprağı ayağımızın ucuna kadar getiriyor. Yerde zebani görmüş gibi ayaklarını kaldırıyor. Ben çalmadım diyor başına sıfatı getirmeden, zamanı ben çalmadım, zamanı ben çalmadım, zamanı ben çalmadım...
Beynim orada, oracıkta duruyor. Dediği cümlenin bilince mi diye bakıyorum. Gayet bilincinde, ayakları havada, dokunmak istemiyor sararmış yaprağa, ben çalmadım abi zamanı, ben çalmadım.
Korkuyorum. Korkum sözcüklere dökülüyor, orospu çocuğuyum ki ben de çalmadım diyorum bu sefer sözcüğü ondan devralarak.
Ben çalmadım..
Ben çalmadım!

14 Ekim 2016 Cuma

BEYAZ ÖNLÜK


Kapıyı biri tıklatmıyor, bütün kinini nefretini çıkarıyor. Girsenize diyorum, cümlem bitmeden bunun bir davet ses tonu olduğunu anlayıp giriyor. Otuz yaşlarında, saçları hafiften seyrelmiş, cüssesine göre göbeği hayli ileride. Sakalı adamakıllı uzun, sık sık kaşımasından anlaşılacağı üzere bir şeye sıkıntılı. Vucut dili bulunduğu durumdan hoşnutsuz olduğunu belli edercesine hararetli. Bacak bacak üstüne atarken bile bir şeyleri anlatmanın telaşında. O benden bir cümle bekliyor ben ondan. Bu buhranı ismini sorarak başlıyorum.
Adınız ne diyorum, adınız nedir diyor.  Tolga diyorum Tolga diyor. Gülümsüyorum gülümsüyor. Saçmalama diyorum estağfurullah diyor. Eli göbeğinde giderek şişiyorum der gibi karnına avuç içiyle birkaç kez vuruyor. Şiştim bir çare bulun lütfen diyor, kaç gündür diyorum, bir haftadır tık yok diyor. Kendi kendime hayıflanıyorum. İçim acıyor, sızlanıyorum. Daha önce böyle bir şey oldu mu diyorum, yok diyor. Hay Allah diyorum, bak sen Allah’ın işine diyor.
İlaçlara göz gezdiriyor, bu bende var bunu biliyorum, peeehh bu da ne işe yaramıyor berbat diyor. Anlıyorum diyorum, anlamıyorsun diyor. Herkesin başına gelebilir, bu bir süreçtir yeter ki daha fazla çalıştır daha fazla egzersiz yap diyorum, susuyor.

Kapı bu sefer hakikatli açılıyor. İçeri dört adam giriyor. Ellerinde bir kağıt. Bir kağıda bir yüzüme, bir yüzüne bir kağıda. Yüzüm yüzüne yüzümüz yüzlerine. Tolga diyor biri efendim diyoruz bir şeyler not ediyor. Şuan ne yapıyor diyor yanımı işaret ederek, sessizce kabız olmuş, döktüremiyormuş kelimelerini diyorum fısıldayarak en etkili ilaçları verdiğimi söylüyorum. Hangileri diyor gözlerini kırparak. George Orwell diyorum, Hayvan Çiftliği diyerek onaylatıyorum. İşaret ve baş parmağı dudaklarına gidiyor. Mucuckk diye keyifle iyidir diyor. Çare olur mu, dökebilir mi içini şişmiş diyorum. Soluma bakıyor, o ne düşünüyor diyor. Ucuna dayandı diyor, biri bir çıksa ortalık perişan olacak yıkıp kavuracağım ortalığı, leş kokacak her yer yıllardır içimde biriktirdiklerimi sallandıracağım yeryüzü darağacında diyor. Hayretle bakıyorlar. Gözlüklü olan gözlüksüz olanlardan birine bir şeyler diyor.
Tolga diyor bakıyoruz, sana diyorum diyor bana mı diyoruz. Her ikinize deyince rahatlıyoruz. Biraz daha misafirimizsin, bak yazdığın reçetedeki ilaçları sana alacağız. Onları oku, belki yine yazabilirsin he diyor. Cümlenin sonu şiveli çıkıyor. Susuyoruz Tolgayla. Başı önek eğik sanırım biz deliyiz diyor. Değiliz, sadece yazamıyoruz diyorum. Susuyoruz. Masamın üzerinde duran kağıt kalemle göz göze geliyorum. Başlıyorum yazmaya. Her kelimem Tolga’nın biraz daha yok olmasını sağlıyor. Başarıyorsun, çıkıyor diye son bir gayretle bana doğru bağırıyor. Evet diyorum, çıktı, çıktı, çıktı. Tolga yok olurken yüzünde dünyanın pisliğini sıçmışçasına acı bir ferahlık. İçe atılan ahların yazıya dökülmüş hali leş kokuyor.
Son bir ah ediyorum.

Ah diyorum, gitti çocuk. Söyleseydim de gelirken tükenmez kalem alsaydı. Tükendim.

5 Ekim 2016 Çarşamba

Yaprak Kımıldamıyor


               

        
“Yaprak kımıldamıyor” diyor taksici gözü göğün ağırlığını tartmak istercesine.
“Ne yapılabilir ki” diye iliştiriyor lafı peşine göz kapağı göğün ağırlığıyla yavaş yavaş çökerken.

Hâlbuki günüm ne kadar güzel başlamıştı. Alarmı tam sekiz kere ertelemiştim. Patronum olacak o lavuk altı kere aramıştı. Ha, iki kere dııt dıt eden sesi ve whatsappın dlinnkk sesini saymıyorum bile. Muhtemelen o da patrondandır. Bilindik şeyler..
Uykum var. Uyumalıyım. Biip bip. Hay aksi, yine mesaj hep mesaj!
“Çabuk aşağıya in taksiyle yarım saattir seni bekliyoruz be adam! Bıktım senin bu hantallığından.”
“Blaa..bla..bla. vidividividii. Bööööööö” yok yok, gönderme. Kira sekiz yüz elli doğalgazı suyu ekle.. Bakkal Hüsnü’nün iki aylık veresiyeyi de ekle..  Yahu alt komşum Manukyan’a bile borcum var, ne debeleniyorsun be adam.. Ah.. Lanet fotokopiler.. Neredesin, hah…
İniyorum.. Taksi sarı, gömleğim sarı, yapraklar sarı. Güneşin ışığı sarı, manukyanın saçları sarı, etek sarıı sen etekten.. Bıktım senin geyiğinden, bıktım!
“Yahu manyak adam, gene kendinle mi konuşuyorsun sen binsene şu zımbırtıya. Hazır mı skeçler. Bak, rahat bırak beni yeter, bu iş bende dedin üç gündür yazıyorum diye beni oyalıyorsun. Eğer hazır değilse sen de ben de kapıya koyuluruz haberin olsun.”

Elimdeki dosyaya bakıyor. En üstteki kâğıdın başlığını görebilmek için büyük çabalar veriyor. Gülümsüyorum. Bu adamın işten kovulma korkusu resmen vücuduna hükmediyor. Bayılıyorum bu anı izlemeye. Patron olmakta yetmiyor diye fısıldıyorum sırıtarak. Elimdeki dosyayı sertçe çekerek alıyor. Başlığa aldırış etmeden içeriği okumaya başlıyor. İşten kovulma korkusu vücudunu okuduğu satırlarla birlikte terk ediyor. Bir yerde tereddüt etmiş olacak ki korku tekrardan kapısını çalıyor. Tak tak takk diye ses çıkarıyorum. Bir sağına bir soluna bakıyor telaşlı. Kravatı olmadığı halde elini boynuna götürüyor daha rahat nefes alabilmek için.
“Geçen seferki gibi olmaz değil mi?” diye soruyor ana rahminden çıkan çocuğun masumiyetiyle. Sol gözümü kırpıp “olmaz olmaz” diye geçiştiriyorum sorusunu. Yani ne olmuş mezarlıkları mancılık sistemiyle döşettiysem. Hem belki günâhkarlar için iyi bir tehdit olabilirdi bu.
“Yapma Sadık” diyor,
“Biliyorsun ki sen de ben de aylarca bu projenin onaylanmasını bekledik. Hazır elimizde fırsat var, gel bırak bu avarelikleri de şu skeçlere odaklan. Neyi anlatıyor bu?”
“Geçmiş yaşamında ettiği sayısız tecavüzlerle Roma halkının en gaddar en merhametsiz bir soysuzun reenkarnasyon ile şimdiki yaşamda bir iktidarsızı anlattığı sıradan bir skeç işte. Güldürecektir, ondan emin ol patron.”
“Reenkarnasyon da neymiş tövbe hâşâ “ sesini işitmemle ani bir fren sesi ve cama yapışan bir kadın bedeni görüyorum. “Hobaaaa” diye irkiliyor patron, taksicinin tövbesinden sonra gelen bu kazaya bir ad vermek istiyor, beceremiyor. Şoför bana bakıyor, “ne duruyorsun be adam insene” diye haykırıyorum. Şoför ısrarla inmiyor, ışık görmüş tavşan gibi suratıma suratıma bakıyor. Aşağı iniyorum, bir inleme sesi. “Patrooon” diye bağırıyorum. Ses çıkarmıyor. “Dördüncü sayfa altıncı paragrafın sonuna ekle; “hava kurşun gibi üzerimize yağıyordu ama tedbirliydik, kurşun yeleklerimiz üzerimizdeydi.”
“Hastasın, sen hastasın. Hasta adam.”

Yüzüstü yatıyor. Sanırım boynu kırılmış. Ölmüş olmalı. Çantasını kontrol ediyorum. Elimde pembe bir kimlik. Üzerine yapıştırdığı fotoğrafla pek bağdaştıramıyorum.
“En az beş senelik bu fotoğraf.”
“Hastasın, sen hastasın. Hasta adam.”

Benden bir hamle bekliyormuşçasına siperde bekliyor ikisi. Şoför sert bir hamleyle gelip kadının yanında dikiliyor.
“Yaprak Kımıldamıyor” diyor. Patron şaşkın halde bir elindeki dosyaya bir adama bakıyor.
“Yaprak kımıldamıyor” diyor taksici gözü göğün ağırlığını tartmak istercesine.
“Ne yapılabilir ki” diye iliştiriyor lafı peşine göz kapağı göğün ağırlığıyla yavaş yavaş çökerken.
“Yaprak Hanım, Yaprak Hanım” diye dürtüyor kadını.

Yazdığım başlıkla hikâyeyi kafamda tartıyorum.
“Yaprak Kımıldamıyor”
ve Romalı barbarın yüzünün o hali.
Gülüyorum orada oracıkta. Gülmek ne zamandan beri manyaklık, hastalık oluyor yahu. Şunun şurasında kadın ölmüş, skeci yetiştirememişiz, kovulmuşuz, doğalgazımız elektriğimiz kesilecek, kirayı ödeyemediğim için evden atılacağım. Manukyan bir daha bana sarışın dilberini vermeyecek. Ekmek, süt alamayacağım.
Peh.. ben de bir şey olacak sandım.