31 Mart 2015 Salı

Cisimsiz Kahramanlar (2) - Müzeyyen Geldi.




+Vay Sadık bu odanın hali ne olum, sen şimdiden yazar kafasına girmişsin. Böyle devam edersen senin kitap işi olacak haberin olsun. Duvara yapıştırdığın her cümleye bir anlam yüklediysen işin içinden çıkamazsın ama. Yazmak, böyle boktan bir şeydir. Birçok anlamlı şey bile yan yana geldiği zaman inanılmaz, saçma sapan şeye dönüşür; şaşar kalırsın bunca güzellik yan yana gelip bu kadar çirkin şey nasıl oldu diye.
-O bazen değişebiliyor abi, bak mesela benim annem dünyalar güzeli bir kadın; keza rahmetli peder beyimiz de öyleymiş; resimlerinden gördüm. İki anlamlı şey çiftleşmişler ama benim gibi bir kötülük çıkabiliyor. İnsanlığın bildiği en büyük yanlış ne biliyor musun abi, iki yarım hiçbir zaman bir tam etmez.
+”Tam yedi saniye sonra kaybolup gitti.” Yazıyor bu kağıtta, ne bu? Bir kızı mı kesmiştin.
-Yok, hayır insan yüzünde ki gülümsemenin gidiş saniyesini ölçtüm.
+Sen hakikaten enteresan adamsın Sadık. Bak mesela, bu kağıtta sadece “Müzeyyen” yazıyor, o nedir?
-Bazı şeylere anlam yükleyebilmek için önce anlam yükleyecek şeyin anlam yüklenecek bir şey olması gerek.
+Kimdi bu Müzeyyen?

                Çıkmaz sokaklara hikâyeler uydurmaya bayılırım. Kendime benzetirim onları. Ne garipler değil mi? Koskoca bir evren varken, onun kaderinin duvarları örülüdür, birileri gelir ondan ama gidemez. Gitmek için yine geldikleri yere giderler, bu yüzden çıkmaz sokaklar kimseyle vedalaşamazlar.
İki yan sokağımızın meğerse kaderi örülüymüş, tam yirmiüç yıl sonra fark ettim bunu. Bir yağmur sonrası siyah beyaz gökyüzünün refakatinde kurulanmak için atmıştım kendimi o sokağa. Salak kafam, gök yüzünün tavanı olabilir mi hiç. Ayağım mazgal kapağının arasına takılıp düşmüştüm. Giydiğim kot pantolonumun sol yanı öylece ıslanmıştı. Elimle dört kere kirli yere vurup çamurlu yerin yere dökülmesini sağladım. Tam o sırada göz hizama beyaz bir mendil takıldı. O an o mendilin nereden geldiğini sorgulamayacak kadar canım yanmıştı düşmenin etkisiyle.

Paçamı sildikten sonra, çamurun etkisiyle grileşen peçeteyi montumun sağ cebine koydum. Kafamı havaya kaldırmamla birlikte kıvırcık saçlı, gözleri normal insanın iki katı büyüklüğünde, burnu hafif eğik bir kadının gülümsemesi karşıladı beni; gülümsedi. Yedi saniye boyunca bir şey söylemediğimi anlayınca sağ elini sol omzuma koyup “iyi misin” dedi. “Tam yedi saniye sürdü” dedim. Tekrardan gülümsedi. Hakikaten yedi saniyeyi şaşırtmıyordu. Ne güzeldir bir insanın gülümsemesini yedi saniye tutabilmesi suratında diye düşündüm. “Bir yerin acımıyor ya, çok kötü düştün; ne işin var burada senin” dedi. “Kurulanmaya geldim” deyince hiç sorgulamadan ceketini çıkarıp iç kısmıyla başımı kurulamaya başladı. Kısık sesle de olsa, “bu böyle olmaz, hasta olacaksın sen, annene söyle de sana bir çorba yapsın” dedi.  Anne betimlemesinin yanına iyelik gelince bir ürperdim, çünkü benim annemden bahsediyordu. Bütün orospu çocukları gibi bende annemden bahsedilince gözlerimi karşımdakinden kaçırır konuyu değiştirirdim. Yine konuyu değiştirmek istedim ama ağzımdan farklı sözcükler çıktı, bazen böyle olur; kalbinle değil de götünle düşünürsün, o da hiçbir zaman doğru şeyi söylemez. “Yoooo” dedim. “Yeni banyo ettim ki ben”
Gülümsedi yine. Sağ avuç içini sol yanağıma dayadı. Bu bir sevgi göstergesiydi, biliyordum bunu. “Adın ne bakayım senin” dedi.
“Sadık” dedim.
“Vay vay, her şeye Sadık kalabiliyor musun dedi.” Kitlenip kaldım.

Çocukluğuma ait anılarım aklıma gelince böyle put gibi donup kalıyorum. İnsanın kendi annesi her gün farklı kişiler tarafından sikilince bir tuhaf geçiyor gençliği. Babamın bir daha olmayacağını kabullendikten sonra bu duruma da biraz biraz alıştım. Dedim ya, bütün orospu çocuklarının kaderi budur. Kendi dünyalarından kaçmak için kafalarında farklı farklı dünyalar yaratırlar, bu yüzden çoğu orospu çocuğu kişiliksizdir. Çünkü bütün duyu organlarını kapatırlar bir süre. Görmek istemezler mesela, içinden çıktığı rahime giren başka heriflerin bedenini, duymak istemezler etin ete değdiği o tizli sesi, söylemek istemezler dünyanın ne kadar boktan bir yer olduğunu. Bok olarak dünyaya gelen birisi içinde “boktanlık” kelimesi sıradanlıktır. Bende doğdumda bir bebek olarak değilde bir bok olarak dünyaya gelmiştim. Bir spermle başlayıp, bir bokla bitmişti maceram. Annem beni doğurmamış sıçmıştı.

-Bugünlük bu kadar yeter mi abi, insanın kendini yazması hakikaten zormuş.
+Son bir şey, kimdi bu Müzeyyen?
-Benim Tanrım
+Tanrılar ölümsüzdür, yazıyor bu kağıtta; sen bizim bu konuşmamızı yapacağımızı düşünüp bana cevap olarak mı yazdın olum bunu, korkuyorum senden ha.

Müzeyyen’in de bir orospu olduğunu öğrendiğimde yirmi altı yaşımdaydım. Kaçınılmaz kader deyip sineme çekmedim. Tam tersi, bütün kurallarımı Müzeyyen’i tanıdıktan sonra yıktım. Bir Tanrım zaten vardı, yanına birini daha ekledim. Ben Müzeyyen’le öldürüp, onunla dirilttim tekrardan her şeyi.

Sadık ben, o kişiyim.
O sevimsiz kişi…

devam edecek..

19 Mart 2015 Perşembe

- KAYIP FOTOĞRAF -


Şuramda bir yerde, biliyorum
Alabiliyorum kokusunu,
Denize paralel,
İçinde ılık balıkların yüzdüğü
Bir kördüğüm var içimde
Arıyorum, tarıyorum
Soruyorum elden ele
Hissediyorum, var orada biliyorum.
Acıyor bir yanım, dağılıyorum.
Acıyla besleniyorum..

Bir martı sürüsü var içimde, duyuyorum
Kıyılarıma yanaşan
Susamsız simitlerin hüznünün gürültüsüyle uyanıyorum.
Bitmek bilmeyen bir çığlık yetiştiriyorum sol yanımda
Sesin sahibi kim bilmiyorum
Kırık dökük hayallerimin üstünü,
Umudumun harcıyla sıvıyorum.

Haykırmak, yıkmak istiyorum
Parçapinçik ediyorum yarım kalmışlıkları
Bütün parçaları bir bir besliyorum
Sesleniyorum, nefes veriyorum
Parçalanmışlık nedir biliyorum

Denize paralel yalnız bir bankın kaderini paylaşıyorum
İçime akıtılan hüzün türkülerini mırıldanıyorum.
Bir dalga sesiyle ürperip,
Bütün ‘ah’ ların geçmişine sövüyorum..
Uzanıp, bütün yalnızların kulağına haykırıyorum.
Geçmek bilmeyen hüzünlerine bir martı yolluyorum
Acı bir simit atıyorum en küllenmiş yanlarına
Bir çay dumanı olup göğe ulaşıyorum.
Bir şiirin adını alıp,
Bulutlarla birlikte orgazm oluyorum.
Yüzünüze bıraktığım ıslaklıktan nem kapıyorum
Yalnız bir bankım ben biliyorum
Hüznünüzle beslenip
Kendi hüznümün içinde boğulup ölüyorum.


t.yazıcı
18.03…


15 Mart 2015 Pazar

Cisimsiz Kahramanlar (1)




Merhaba, Ben Sadık..
Babam koymuş adımı, öyle dediler bana da babamı hiç görmedim ben. Henüz iki yaşındayken bir trafik kazasında öldüğünü söylerler. Normal insanlar gibi mezarını ziyaret etmek istedim bir süre, sonra öğrendim ki babam öyle bir kaza geçirmiş ki, aracı bir denize uçmuş. Babam da denizin tam ortasında kaybolmuş.
Babam adımı koyarken ne düşündü, niye Sadık dedi bilmiyorum. Aslında hiçbirimiz bilmiyoruz, ebeveynlerimiz bizleri düşünmeden bizlere sormadan bizlere isim yerleştiriyor. Biz de bu sorumluluğun altında ömrümüzün sonuna kadar eziliyoruz. Sadık dedi babam bana, hayatım boyunca bir şeylere Sadık olarak geçti ömrüm. Hiç düşünmedi eminim ki böyle olacağımı. Gerçi düşünseydi Sadık değil de Savaş koyardı hayatla daha iyi savaşabilmem için. Düşünseydi henüz ben iki yaşımdayken ölüp gitmezdi. Düşünseydi hayatım boyunca tek sevdiğim şeyin, mavi deryanın içinde can verip; beni ona / onu bana düşman yapmazdı…

Güzel bir evimiz var. Evimizin içinde, tam salonun ortasında bir tane daha merdiven var bir üst kata çıkan. Böyle evi hep filmlerde görürüm ama bir farkla; hep zenginlerin evinde görürdüm. Hiçbir film de görmedim böyle içinde merdiven olan fakir evi.
Annemin adı Necmiye ama herkes ona Naz der. Oldukça güzel ve çalışkandır annem, henüz otuzdokuz yaşında, ondördünde doğurmuş beni. Kendimi bildim bileli çalışır. Emlakçılık yapar annem. İki ortaklar, ortağın diğeri Ayşe abla. Tabii mahalle de uzun süre aynı muhitte olunca yardımcıları da çok oluyor. Dört tane de yardımcısı var annemlerin. Arada gelir bizim evde kalırlar. Ferdi ağabey var bir de, o çok zengin müşteriler ayarlar; evde gelip pazarlık yaparlar. Kiraladığımız ev başı güzel para kalır. Bir seferinde öyle bir şey….

-Ya Nazım abi, bu böyle olmayacak, ben kendi bildiğim türden yazsam olmaz mı
+Sen bilirsin Sadık, baştan ılık ılık gir ki okuyucunun içini yakmayasın diye böyle yaz dedim sana. Hayatımı yazsam roman olur dedin geldin, roman yazmak böyledir. Mecbur bütün detaylara gireceksin ki okuyucunun aklına yayılıp gideceksin. Peki senin giriş yazın nasıl olur, yaz bakayım istediğin gibi; bir giriş yap.
-Ya aslında haklısın da ne bileyim ağabey bir kötü oldum. Hakikaten o anları yaşıyormuşum gibi oluyorum böyle saniyesi saniyesine yazınca da. Ben böyle girerdim ağabey;

Merhaba, Ben Sadık.
Babam koymuş adımı, öyle dediler. Bütün dünyaya Sadık kalabilmem için mimlediği bu isimden sonra siktir olup gitmiş bu diyardan. Arabanın bagajında iki ceset ve seksenbir kilo eroin ile birlikte polisten kaçarken Şile yolunda denize uçmuş. İnsanın kanlısının deniz olması ne muhterem bir şey değil mi? Sık sık ölmüyor namussuz. O’na ne kadar öfkelenirsem öfkeleneyim bir türlü geberip gitmiyor. Benle öylesine taşak geçiyor ki, içine girip o’nu boğmak istediğim her an dalgalarıyla beni tokatlıyor. Böyle çaresiz kaldığım zamanlarda, hiç çaktırmadan değil, bizzat sikimi çıkartıp içine işiyorum, arada boşalıyorum. Babamın sperminden kalan spermleri babamın katilinin rahmine bırakıyorum.

Merhaba, Ben Sadık.
Hepinizin defalarca ettiği küfrün sahibiyim.
Annem Necmiye’nin pezevengi, yani bir orospu çocuğuyum. Aklımın kesmeye başladığı zamandan beri yani sekiz yaşımdan sonra annemin elinden tutup müşterisine ben götürdüm. Ben pazarlık yaptım. İnlemelerini, etinden çıkan sesi, vajinasından çıkan döl dolu condomları hepsini zihnimde ben yuttum, yutmak zorundaydım. Çünkü annem ne kadar çok yattıysa o kadar ekmek yedim. Yirmi beş yaşında, her şeye sadık bir öz pezevengim.
Sadık ben, o çocuğum;
İçinizde ve dilinizde ki o çocuk…

devam edecek..

11 Mart 2015 Çarşamba

Dilek Taşı


Hayatımda sadece bir kere terk edildim. Gerçi terkedilmek biraz hafif kalır, ben siktir edildim diyeyim. İkibindokuzdu sanırım, ulan ne koydu götüme tekmeyi ya, durun durun sesli düşündüm. Neyse, ben böyle şeyleri becerebilen bir insan değilim. Ne gitmeyi bilirim ne kalmayı. Çok boktan durumdur bu. Hem de öyle böyle değil. Ortada sıkışıp kalırsın, ne sağa ne sola ileri-arkaya hiçbir şekilde gidemezsin. Bunun sebebi nedir diye hiç düşünmedim, bir de o’nu düşünmeyeyim değil mi.. Gerçi dur ya, bi düşüneyim bir ara bunu ben..

Acıyla, mutsuzlukla yoğrulanların kaderidir sanırım acı tat vermek. Bizim suçumuz değildir bu, bizi yoğuranların suçudur. Bir süre sonra iş öyle bir hâl alır ki; acıyla, mutsuzlukla beslenir oluruz. Mutluluğu köşe bucak ararız da ha, hani mutsuzluktan besleniyoruz diye bu o şekil davranma/tavır alma anlamında değil. Parça pinçik ederiz kendimizi mutlu olalım diye, götümüzü yırtarız “nerede mutluluk” diye diye.. Ama olur ya bir gün karşımıza çıkar o, ne olur bilir misiniz; tabi ki bilirsiniz. Ayaklarımız kıçımıza vura vura kaçarız ondan. Banyo ettikten sonra Ankara ayazını yemiş gibi iliklerimize kadar titreriz. Şaşırırız lan, öyle bakmayın. “Mutluluğu hiç görmedim ama biliyorum martılardan” diyor ya şair, o misal. Otuz yıl hiç deniz görmemiş birinin koca mavi deryayı görünce dediği ilk şey gibi; “vay amına koyayım, ne büyükmüş; insan burada kaybolur.”
Biz de kaybolmaktan korktuk. Denemedik mi? En azından denedik. Belki dedik; o tanrı, o gemi bir gün gelecek.. Ne mi oldu? El salladık.. Gidenin de kalanın da arkasından el salladık.
Bir güverte olduğumuzu düşünüp, kıyımıza yanaşacak gemileri bekledik. Ama bilemedik, güvertede bekleyen insan değil de, gidene sallanan siyah mendil olduğumuzu göremedik/bilemedik.
Hoçka kal dedik ama Hoşça kalamadık. Güle güle dedik ama ağlayan hep biz olduk. Kendine iyi bak dedik ama kendimize zarar veren hep biz olduk.


Bu şarkıyı 2009 da feysbukumda paylaşmıştım. Şarkı buydu ama söyleyen kimdi hatırlamıyorum. Bu gönderinin altına yazmıştı mesajı kız arkadaşım. “Hiç mi mutlu olmayı beceremeyeceksin, hep mutsuzluk..hep..hepp.. bıktım artık”
Noktası noktasına unutmam bana yazdıklarını. Öyle güzel terkedildim ki terkediliş şeklim bile nasıl hoşuma gitti anlatamam. Öyle işte.. He bir de geçen sene bir yazısına denk geldim, daha doğrusu ortak bir arkadaşım gösterdi feysbukunda yazısını.  Aynı şarkıyı paylaşmış, “mutluluktan bir haber ver dilek taşı” yazmış, altına da yorum olarak “şimdi anladım” demiş

Velhasıl, siz yine de anlamayın..
Mutsuzluğun / Hüznün tadını alanlar bir türlü bırakamıyor..
Bıraktırmıyor namussuz..

3 Mart 2015 Salı

İtirazım Var Babaaaaaa!



Ben hangi ara bu kadar düşünen adam oldum lan. Her şeyi bu kadar kafaya niye takar oldum. Noluyo lan bana. Ne yazasım var, ne sövesim var. Yaşlanıyor muyum amına koyayım. Aaa sövdüm lan.  Demek ki spontene gelişmesi gerekiyormuş, ulan mutlu oldum ha. Epeydir koymuyordum. Bakırköy Ruh ve Sinir hastalıklarının orada ki düşünen adam gibi oldum. Olayı abarttım yalnız. İnsan yüz yüze biriyle konuşup giderken de düşünür mü ya. Çok düşünüyorum çok. Bir süre sonra olay öyle bir hâl alıyor ki ne düşündüğümü düşünüyorum.

Dün arkadaşımla konuşurken, bir cümle söyledim sonra hiçbir şey olmamış gibi cep telefonumun not kısmına tuttum şiir yazdım. Yazdım lan, harbi bak. Aha dur yazayım ayrı konuda yazacaktım da siktir et burada paylaşayım.

Yine de konuş sen
Konuş ki nefesini işiteyim
Güldürsün türküler
Hıçkırıklara boğulalım
Ellerim ellerin,
Yüzün hasretim olsun.
Yine de gül sen..
Hasretin dikenim,
Ömrüm yoluna solsun.
Ağlatsın şarkılar güldürmesin
Hasretimin dağları
Sinene gölge olsun

Sen yine de susma
Nefesini işiteyim
Buğulansın gözlerinin yoksul tavanı
Dirhem dirhem sız içime
Damlaya damlaya boğ beni..

Yine geçen işteyken bir dilekçe için üst yazı yazıyorum. Ulan yazı tamamlandı, çıktısını aldım. Bir baktım yazdığım bir hikâyenin devamını yazmışım. Ha siktiiirr dedim. Oğlum dedim. Siki tuttun. Zaten iki gram aklın vardı o da gitti. Sistem nasıl işliyor bilmiyorum ama o düşündüğüm anda yapmam gereken şeyi bir kenara bırakıp hayatın akışına göre yayıyorum. Yani o an ki olayla tamamen bağımsız. Ama biliyorum ki bir zamanlar o cevabı vermeliydim. Bu bilinç beni istemsizce o cevabı vermeye zorluyor. Zamanlama kısmında büyük sıkıntılarım var. Gerçi günlük yaşamımı pek etkilemiyor. Sadece bazen küfür yiyorum, onun da koyim götüne bir şey olmaz.

Sabahları evden servise binebilmek için bi on dakika yürüyorum. Bazen üşeniyorum iett’ye biniyorum öyle gidiyorum servis yerine. Ben öyle her ortama uyum sağlayan biri değilim. Bir çay içirmeniz bana lazım beni hakikatli tanımanız için. İlk başlarda biraz sert görünürmüşüm, yani öyle dediler. Okulda öğrencilerden biri dedi bugün. Hocam meğer siz ne güzel gülüyormuşsunuz dedi. Üniversite de çalışıp güzelim yaşta ki gençlerin bana hocam-abi diye hitap etmesi biraz tuhaf geliyor ama olsun. Lisedeyken bir hocamız o’na hoca demesini istemezdi. İmam mıyım ben amına koyayım derdi. Haklıymış. Bana her hocam deyişlerinde “semi allahu limen hamideh” diyesim geliyor. İmanlı adamım vesselam. Neyse, konumuz bu değil? Konumuz neydi la? Haydaa, ne diyeceğimi unuttum. İnat ettim yukarısını da okumayacam. Durun lan bir hatırlamayı deniyeyim? En son bi koydum ama kime ve neye koydum bilmiyorum.

Heh la hatırladım, gözüm yukarıda ki satırın ilk kelimesine ilişti özür dilerim :( , sabahları servise giderken filan gayet düzenli bir şekilde Müslüm Baba’yı dilerim.  Özellikle İtirazım Var şarkısını. Bu Parçalanmış Gülüşler hikâyesinin sahibidir çünkü kendisi. Bugün tuhaftı benim için..
İki manevi babam Müslüm Gürses ve Yusuf Hayaloğlu’nun göçüp gittiği gün.
Lise bire giderken tam anlamıyla içime sindirmiştim Müslüm Babayı. İtirazım var o zaman da diyorduk, aradan bir ömür geçti hâlâ diyoruz..
Yusuf Hayaloğlu diyor ya Merhaba Nalan’da; İyi kalpli amcaları birer birer uğurladık.. Dünya kirlendi, filmler bozuldu; o masum sevdalar yaşanmıyor ki artık..
Yaşanmıyor anasını satayım..
Ve benim hâlâ; itirazım var!
Yarım kalan sevgiye, şu emanet gülmeye, yaşamadan ölmeye, dost olmayan gözlere, duyulmamış sözlere,
Yaşamadan ölmeye!