18 Nisan 2017 Salı

Ne Yazık Bunları Bilmeden Gitti

Bazı haykırışlar vardır içinde cümleler barındıran, hiç denk geldiniz mi? Size bir anımı anlatayım bütün haykırışlarımdan sıyrılarak.
On altı ya da on yedi yaşındayım, tam hatırlamıyorum. Aradan geçmiş on üç sene, hala çınlar durur o ses kulağımda…
Sokak başları bizim gibilerin toplanma yerleri o zaman. Bir zaman kavramı yoktu sokak köşelerinin. Gecenin 3’ünde de, sabahın 5’inde de orada en az bir kişi olur. Gökyüzü Bekçileri adında bir kitap yazacağım, aa demişti dersiniz. Çünkü öyle, bizler ya da o nesil gökyüzü bekçileriydik. Bir çeşit sokak köpeği.
Cino Uğur vardı, sürekli bu Cino çikolatısından yediğinden lakabı 25 yıldır budur. Yanımda bi o bir de Tutkal Reco var. Elinde yine bir zamanlar şeffaf olan, sonraları nefesi ve envai çeşit bali tiner karışınca sararan bir poşet. Çekiyor yine. Üç sefer kendine bir sefer bize uzatıyor. Hayatı boyunca rutine oturttuğu tek şey bu. Dördüncü çekişinden sonra yine tekrarlıyor, moruk diyor, hadi namaza gidelim. Kafası güzelken aklına gelir bir cennet cehennem. Rutin olarak niteleyebileceğim bir de bu özelliği var: her ne olursa olsun kendisinin cennete gideceği kanaatine varır, bizleri ikna ettiğine inandıktan sonra siktir olup gider, iki gün sonra gelir yine aynı muhabbetler.
Günlerden Çarşamba’ydı sanırım. O zamanlar gün ve zaman kavramımız sadece gece ve gündüz olduğu için, pek hatırlamıyorum açıkçası. Geriye dönüp baktığımda aklımda kalan silik hatıraların çoğunluğunda gece var ama.. bir karanlık var hatırlayabildiğim. İçine girip deşmeye, onu lime lime doğrama isteğiyle kendimi helak ettiğim o gece.. o karanlık. Belki burada yanılmış olabilirim. Karanlığımı aydınlatabilmek için geceyi düşman bellemem cahilliğimdendi..

Çok karanlıktı, sigara yaktım. Çok karaydı, karanlığı yaktım. Önümü göremiyordum gözlerimi yaktım…

Filiz vardı bizim okulda, Deli Filiz derlerdi. Onunla takılıyordum o ara. Çocukken gözleri şaşı bakıyor diye alay edenlere sinirlenip şaşı gözüne kurşun kalem sokup çıkarmıştı. Sol gözü yoktur o yüzden. Yan yan bakardı insanın yüzüne. Bir bana doğrudan bakardı. Belki beni insan yerine koymuyor olduğundan da bu olabilir. Ama bir benimle konuşurdu. Bir dedikodu çıkmıştı burada söyleyemeyeceğim bir şeydi bu. Gelip bana anlatıp ağlamıştı. Olmayan gözüne ilk kez o zaman dikkatli bakmıştım. Bir göz değil de sonsuz bir karanlık vardı sanki. Bulanık bir karanlık. Gözünün içinin karanlığına inat şeffaf akıyordu gözyaşı. Zaten olay buydu ya, birçok canlının tek ortak noktası; göz yaşı…
Tolga demişti bir sefer, yine dümdüz bakıyordu bana. Sen hiç demişti, gülmez misin? Bunu söylediğinde gülümsemiştim. Sebepsiz doğrudan bir gülümseme. Ben güldükçe o da gülerdi. Onunla olan konuşmalarımdan sonra o kadar ayna benzetmesi yapıyordum ki. Kuytu bir yere geçtikten sonra gözlerim yerinde mi diye kontrol ediyordum. Filiz on dokuz yaşında Kumburgaz sahilde boğularak öldü. Evine gittim. Sanki bekleniyormuşum gibi annesi karşıladı beni, tuttu kolumdan karanlık bir odaya götürdü. Beyaz bir örtüyü kaldırdı, Filiz karnında bir bıçak, ten rengi mora kaçmış. Yirmi otuz saniye dikkatlice baktım yüzüne. Gülümsedim. İlk kez eşit görüyordu gözleri. Beyaz örtüyü çektim tekrardan üzerine, gittim boğulduğu yerde iki bira içtim.
Tutkal mahalle başından bana doğru bir haykırdı. Belki ismimi söyledi ama ses tonunu bir hiyerarşiye koyamadığından hepsi doğruca, bir kaya gibi üzerime geldi. Koştum yanına, ne oldu Reco dedim, Ercan dedi yine çıkmış tepeye. Son cümlesinden sonra istem dışı kafamı kaldırıp yukarıya doğru baktım. Yine mi mektup meselesi, dedim, onaylarcasına başını salladı. Gittik. Ercan yine eski kavaklığın oradaki elektrik direğine çıkmış. Reco gülerek seslendi; ulan amına kodumun kürdü, atacaksan at, senin yüzünden memura enseleniyoruz her seferinde…
Ercan yine seslendi, hanginizde o mektup, hanginizde, söyleyin, şakam yok atıcam kendimi, atıcam ulaaan. Reco girdi araya, atlamassan amına koyayım. Bu ikili sohbet beş dakika sürdü. Sonra konuya ve konuşmaya nokta koyarcasına Ercan direkten atladı. Yufkacı Ali ağabeyin oğlu Sülo vardı, onun üzerine düştü, çocuk 2 yıl felçli gezdi. Ercan kalktı, sol bileği yay gibi sallanıyor, kırılmış. Reco gözlerini aralamış hortlak görmüş gibi bakıyor. Etraf kalabalık, Ercan sesleniyor, hanginizde ulan, hanginizde o mektup. Yok olum, öyle bir mektup yok diyoruz. Bir yandan mektup şakası yapan İlyas’a ana avrat küfrediyoruz. İnanmıyor Ercan kırılan bileğini iki büklüm tutarak. Habersiz bırakıp gitmez diyor o, mutlaka haber bırakmıştır…
Ercan’ın mahallede platonik aşkı vardı, kız ‘sen benim bırak sevgilim kapımdaki köpek olamazsın’ dese de bırakamadı bir türlü. Çok sevdi be, çok… Sonra taşındı bunlar. Bizim tekelci Hüseyin abinin yeğeni Asım vermişti haberi, alt komşularıydı. Sevil taşındı mahalleden dedi köşe başında bizi yakalayıp, peşine sırf şaka olsun diye Ercan’a ‘sana da bir mektup yazmış, bizden birine bıraktığını söyledi, kime verdi bilmiyorum’ dedi İlyas'la. İşte bazı yaralar vardır, böyle sikimden şeylerle başlar. Yıllarca o mektubu aradı Ercan, biz Sevil’in ağzından bir şeyler yazdık, anladı, iyice surat yaptı. Sevil’e ulaştık durumu anlattık, bize küfretti. Her şey olup bitti zamanla.. Zaman işte, götürdü. Kiminin yarasını, kiminin hayatını, kiminin aklını. Kimse cesaret edemez yıllardır arka cebinde taşıdığı beyaz boş zarfın sebebini sormaya. Çünkü bilirim, bilirim de söyleyemem… Anlatamam, anlatamaz derdini.  
Tek söylediği Müslüm Baba’sının şarkısındaki şu cümleydi:

“Ne yazık bunları bilmeden gitti..”