23 Ağustos 2019 Cuma

Ağıt

hikayem 04.08.2019 tarihinde oggito öyküdehttps://oggito.com/icerikler/agit/64274 yayımlanmıştır.

En mutsuz anında bile gülümsemeyi becerebilen insanları kıskanırdım hep. Sait abi vardı, Billur Sait derlerdi. Yüzünde bir maske varmış ve o maskeyle ömrünü geçirmek istermiş gibi hep gülümserdi. Pollyanna karakterini bilseydim, Pollyana Sait derdim ama o zamanlar ilkokulu yeni bitirmiştim. İnsan çocukken her şeye gülebiliyor. Ağlayabiliyor da aslında ama o duruma girmeyeceğim. Evine defalarca hırsız girdi. İhtiyacı varmış ki soymuş, dedi. Gülümsedi. Borç para verdiği kişiler geri vermedi, canları sağ olsun, borç istemek ne demek bilirim, olsa verirlerdi elbet, dedi. Gülümsedi. Kızı Aysel abla öldüğünde acısını neresine siper etti bilmiyorum ama, kalanlara ömür dilerken bile gülümsedi.

Ceketimin üst köşesine toplu iğne ile iliştirilmiş bir fotoğrafa bakıyorum şimdi. Mutsuz, acı çeken biri var orada. Kaygılı, yorgun biri. Sanki acılarını biriktirdiği torbası fotoğraf makinesinin flaşı patlayınca dağılmış, bütün hücrelerine yayılmış biri. Evinin defalarca soyulmasından sonra giden birikimlerinin, kızı Aysel’in nedensiz intiharının, eli açıklığı sebebiyle evde yaşadığı parasal durumun sonucunda ortaya çıkan terkedilme ve yalnızlığın acısı tek seferde yüzüne yansımıştı. Korkunç ve korkmuş görünüyordu. Sanki bu ifadesiyle daha önce karşılaşmamış insanlar adına da üzülüyordu. Mutsuzluk kendi içerisinde dairelere alınmış ve neşeli insan perspektifi neresinden bakarsan bak görünmüyordu. Korkunç bir paradokstu bu.

İnsan neden gülümsemezdi bir fotoğraf makinesine?
Yoksa şöyle mi düşünürdü? Ne faydası olacaktı ki bir fotoğraf üzerinde gülümsemenin, devlet dairelerinde solacaksa.

Seksen darbesinde arkadaşları İhsan ve Muzaffer kaybolmuştu. Çok uzun süre aramıştı onları. Devlet dairelerini kapı kapı dolaşmıştı. İstanbul Samatya’da alınmış, iki sene sonra Konya Selçuk’luda çıkmıştı İhsan. Öfkeliymiş, bulununca da devrim sloganları atmış ama bir gözü eksikmiş. Dört sene sonra da çalıştığı inşaat şantiyesinde altıncı kattan düşüp ölmüş. En çok Muzaffer’i aramış. Anasına söz vermiş Sait abi. Yıllar boyunca elinde tek vesikalık fotoğrafıyla arayıp durmuş. Bulmuşlar Muzaffer’i ama sağ değilmiş. Dememişlerdi bana sebebini, aklın ermez senin böyle şeylere, demişlerdi. İnsanın aklı çocukken bir ölüme ermiyor sanırım.

Ağıt. Kelimesi bile bir yük insan için. Topluca çığırılan bu haykırışların dört harfe sığdığını Aysel abla öldüğünde öğrenmiştim. İnsanlar, demiştim, acıyı karşı tarafa aktarabilmek için bir zincir oluşturuyor ses karmaşasıyla. Her haykırışın tesiri farklı, ortaya karışık bir acı topluluğu çıkıyor ortaya. Bir dili var sanırdım o zaman bu haykırışın, meğer en evrensel dil acının çıkarttığı çığlıklarmış.

Şimdi eşeliyorum toprağı bir garip çığlık hengâmesi eşliğinde. Erkek adam ağlamaz, tembihinden beri ağlamıyorum, sanırım bir bu tembihi dinledim. Ne istedikleri gibi tabip olabildim ne annemin çok istediği torunu ona verebildim. Yalnızlığı korkunç bir durum olarak algılıyor bazı insanlar. İnsanı eksilttiğini ve modern toplum hastalığı olarak niteliyorlar çoğu zaman.

Toprak sert. Suyu döküyor arkamdan biri yumuşasın diye. Omuzumda bir el hissediyorum ama dönüp bakmıyorum. Hesabını vermesini istiyorum Sait abinin vesikalık fotoğrafındaki bu mutsuz halinin. Onca yıl tüm insanları neden kandırmış olsun ki? Neden en umutsuz anımızda bile her şeyin güzel olabileceğine dair yeni cümleler türetsin? Neden çok sevdiğim kırmızı kramponu babam almadı diye ağlayınca babamdan yiyeceği azarı bilmesine rağmen bana kramponları alıp ‘erkek adam ağlamaz’ desin?
Sen mutsuz olamazsın Sait abi, hakkın yok!

Küreği arkamda duran babama bırakıyorum. Yüzü karaya vurmuş balık gibi şaşkın. Bir solungacı varmış da onları oynatmaya çalışır gibi ağzını oynatıyor. Soluk borusuna birkaç sitemli sözcük kaçmış olmalı, tükürüğüyle yutuyor.


Uzaktan izliyorum herkesi. Kimi kazılan çukura, kimi tabuttan çıkarılmaya çalışılan kefene bakıyor. Beyaz bir örtü giderek siyahlaşıyor sanki. Toprağa bulanmış bir sürü el kefeni kucaklıyor. Biri kabrin içerisinde. Ceza sahasının içerisinde muhteşem bir orta almış forvet gibi göğsünde yumuşatıyor mevtanın bedenini. Tonlarca ağırlık yükü tutabilmenin yarattığı sıkıntılı birkaç nefes salıyor dışarıya. Ağıt. Yine dökülüyor karga sesleriyle karışık bir şekilde yukarıya. Yerleştiriyorlar. Üzerine birkaç toprak atma fikri beni ürpertiyor, geri çekiliyorum. Toprağı açmaktan daha uzun sürüyor kapatmak. Veda etmenin raconundan olsa gerek. Son bir su dökülüyor üzerine. Annem gelip omzuma yaslanıyor. Babam, baba gibi olmak zorunda, geri kalanlara sabır diliyor. Gidiyoruz arkamızı dönüp. Annem, dönüp bakma diyor, böyle zamanlarda arkamızdan bakarlarmış, bakarsan geriye kaçarlarmış görünürüm diye. Saniye geciktirmeden dönüp bakıyorum. Başlıyorum gülmeye. Gülüyorum. Hayır, kahkaha değil bu ama atmak üzereyim. Ağlıyorum da sanırım, biraz da bağırarak. Ağıt mı bu? Değil sanırım. Erkekler ağlamaz diyor sanki biri. İğneden titizlikle kurtarıp elime alıyorum ufacık kâğıdı. Sait abi bana bakıyor, görüyorum güleyim diye gülümsüyor.