25 Şubat 2017 Cumartesi

bu da başlıksız oldu iyi mi




Zamanla aram hep kötü olmuştur. Kötü dediysem bir düşmanlık gibi değil bu. O beni yakalamak ben ondan kaçabilmek için uzunca yıllar didindik durduk. Sonra haliyle yorulduk. Niye böyle bir şey yaptım, beni buna iten neydi hiç düşünmedim. Belki düşünebilseydim aldığım nefesin hesabını vermekten usanabilirdim. Ya da nitelikli bir intiharla Shakespeare’e kafa tutarcasına kafamın içine bir bilye yerleştirebilirdim en barutlusundan. Zor değil, kaçış şifrem belli; - olmak ya da olmamak.. işte bütün mesele bu –
Sonra bir ihtimal kendimi dinlemeyi başarabilirsem bu sorunla baş edebileceğimi düşündüm. Voovv! Alın size big bang… Kafamın içindeki hangi evreni diriltti, hangi hücrelerin tanrısı oldu bilmiyorum ama, öyle bir patladı ki kafam… bir oluşum oldu, kara deliğin tanrıçası çıktı birden.
Korktum… Allah belamı versin ki kendimden korktum. Durağan bir durum bu. Bir eylem gereksinimi yok. Sağımda solumda – her yerimde kalıplaşmış şekilde duruyordu. Ve işte en büyük hatayı burada yaptım: kaçtım.
Bilemedim… kaçmak istediğim şeyin kendim olduğunu hiçbir zaman göremedim..
Etrafıma ördüğüm düşünce ağı beni yok etti. Her şeyi düşünebiliyor olmamın laneti bir fısıltı gibi sessiz sedasız beni içine çekti.
Çıkmak istiyorum. Dağılmak. Yok olmak. Lütfen. Thor’un çekici, Sisifos’un kayası.. Tanrılarım – Krallarım. Etrafımdaki, kafamın içindeki bu duvarları yok edin!
Dayanamıyorum…


12 Şubat 2017 Pazar

Başlıksız bir şeyler işte



Biz insan ırkının en hoşlandığı şeydir sanırım her şeye bir kılıf uydurma çabaları.  İllâ bir kalıba sokacaklar, bir şekil verecekler. Sanırım kendilerinin istedikleri şekli alana kadar bu çabaları da sürecek. Nefret ederim bu durumda, hem de çok.  Belki de hayatlarında görüp görebilecekleri en sıradan-basit insan olmama rağmen, aha geldim yirmi sekiz yaşına sürekli neden mutsuzsun diyen mi egolu yapan mı dersin havalı, götü kalkık, burnu havada, bencil, kendini beğenmiş vs vs vs.. neler duymadım ki.. (hı arada duyduğum gerçekten samimi sözleri saymıyorum.. bu yirmisekiz yılda ne zikim öğrendin deseler tek cevap bu olabilir; samimiyetin ne olduğunu çok iyi biliyorum)
Dönüyorum üç hafta öncesine,
Yer: Kireçburnu Sahil
Hava: Mis.
O kadar soğuk ki insanın etini dişliyor bu hava, bayılıyorum bu duruma. Gökyüzünün bizlere bahşettiği her durum başım gözüm üstüne. Çünkü samimidir gökyüzü. Dedim ya, her türlüsünü anlarım.

Üzerinde Sarıyer Belediyesi yazan bir bank, bir köşesinde ben bir köşesinde Hilal. Elimde bir Cahit Zarifoğlu kitabı.. daha ne olabilir ki? Karşımda bir mavilik elimde – yüreğimde Cahit Zarifoğlu şiiri..

“..ah şu yalnızlık
kemik gibi
ne yana dönsen batar..”

Şiir okumanın verdiği bir haz vardır, eminim bilirsiniz sizde.. böyle kalpten başlar tüm vücudu bir dolanır, sonra tekrar kalbe döner ve yüzde gülümsemeyle biter.
Sonra bir şey olur ve kendi vücudunla olan sevişmen birden yok olup gider. Bana bazen bencil dediklerinde hak veriyorum, çünkü yok – başka kimseyle alamıyorum bu keyfi..

“Sen de hep mutsuzsun be” diyor Hilal.
“Şaşardım bunu demeseydin” diye sessizce hayıflanıyorum gözümü mavilikten ayırmadan.
“E demek ki bunu söyleyen tek kişi ben değilim” diyor.
“Sen değilsin” diyorum.
“Değişiksin” diyor, sebebini soruyorum ufak bir mimikle.
“Şimdi şuradan kalkıp gitsem, sen açıp kitabını okumaya devam edersin.”

Gökyüzünü ufak bir iç geçirerek süzüyorum. Güneş Sadri Baba selamını çakmış inceden batıyor. Aklıma gelen Zarifoğlu şiirini uzun süre sonra gözlerine bakarak söylüyorum:

“çünkü gece zamanın katranıdır,
gelip geçecek gibi değil omurgamdaki didişme..”

Gülümsüyor burada. O kadar mutlu oluyorum ki.. bu gülümsemenin bir sebebi yok çünkü, istese de engel olamayacağı bir gülümseme bu. Çünkü bilirim, insan hiçbir şey yapamadığı / söyleyemediği zaman kolayına kaçar; gülümser.
Hilal, iki popoluk daha yanıma kıvrılıp sağ kalçasını benim sol kalçama adamakıllı değdiriyor. Vücuduna aldırdığı esnek açı tam öpüşmelik. Sağ eliyle ensemden tutup vücut ağırlığımın dengesiyle oynayıp yumulabilir.
O hala epey evvelki cümlesinde kalmış, “mutsuzluk değilse ne bu halin” diyor.
Yine kendimi açıklamak zorunda kalıyorum ve bu durum canımı sıkıyor.
“Hüzün” diyorum, iki saniye sonra tekrarlıyorum; “hüzün.. bilir misin?”
“farkı ne” diye soruyor peşine.
Bıkkınlığımı ifade edecek bir ses tonuyla, “hüzün işte Hilal, nasıl anlatılır ki bu? Ne melankoli ne mutsuzluk, bunun bir tarifi yok..”
Dudak büküyor. Bazı durumlardan hoşnutsuz olsa gerek. Avuç içlerimi diz kapaklarımın üzerine koyup kıvrak bir hareketle ayağa kalkıyorum. Huyum değildir birini bırakıp gitmek ama, kalkıp gidiyorum sırtımı maviliğe vere vere.
Beş altı adım, çok değil. Geri dönüyorum, Hilal’in gözü mavilikte.. belki hüznün anatomisini araştırıyor.
Sesleniyorum. Önce saçı, sonra bakışı, sonra benimle ilgili anlamlandıramadığı her şeyi o bakışta savuruyor etrafa.
“Hilal” diyorum sonran birinci sesli harfi uzatıp olaya muziplik katarak.

“Arabanla beni metrobüse atsana, burası terse kalıyor…”