29 Aralık 2016 Perşembe

- yalancı bahar -



ellerin / ellerimden habersiz.. iç nefesim ellerine / sıcak yayvan at gibi ağır ağır.. ellerin muğlak, yalancı bahar gibi ürkek / soğuk yüreğim / yüreğine telaşlı bir çocuk gibi bakıyor nefesin nefesin, bir çocuğun eli.. ellerin(âh), çocukluğum gibi / yaralı bakıyor bana Ben, nefesin gibi hoyrat; asi ve nemlidir bakışım.. Sesim / sesin ellerin / nefesim.. t.yazıcı 28.12.2016

27 Aralık 2016 Salı

- Örs -


Üzerime sinmiş lirik bir yalnızlık esintisi bu
Tozlu, dumanlı
Ciğerime yapışan bir parça var beni boğan
Adı sanı yok.
Öksürüğüm kadar yakın ve hırıltılı bakıyor bana
Gözleri ışıksız ve bir örs kadar ağır..
Yoruldum.

Anlamlandıramadığım bir hüzün bulutu var tepemde.
Bir yağsa rahatlayacak aslında geyiğine inat,
Meydan okuyacağım üzeri açık bir şemsiyeyle.
Islandım.

Esti, gürledi.. deldi geçti es vermedi
Bir yabancı gibiydi
Adresimi sordum bilemedi.
Kayboldum.

27.12..
t.yazıcı

23 Aralık 2016 Cuma

- Uğultu -


derin bir uğultu gibi bu mutsuzluk
başı, sonu / buyruğu yok.
kaldırım köşeleri eğri,
adımlar yorgun
ve kanatlar
ve gök
çok önceden idi uçurtma seslerini işitirdik.
kuşlar yalan söylemez.

insan avcısı yurdum, pusuda
kan kokulu nefesler uçurtmanın hemen sağında
küçük bedenlere yerleşti büyük çocuk bakışları
ve artık anne dizim kanıyor naraları yok.

öldüm olası değişmeyen bu durum
bir kelime oyunu say'
akşamlar artık biraz daha kara akşam
gecenin samimiyeti bir namlunun ucunda
ateş diyorlar, ateş
kibrit yanamadı kan kokusundan
güneş üşüdü bu yoksulluktan.

t.yazıcı
23.12...

9 Aralık 2016 Cuma

Kalmışsın bir kış içinde


“Manyak mısın olum, niye öyle şeyler yapıyorsun..”
“La olum senden bir sikim olmaz..”
“Bu kafayla devam edersen yarrak gibi kalırsın bir başına böyle..”

Hayatım üstteki cümle ve türevlerini duymakla geçti. Ergenlikte ‘kimse beni anlamıyo ama yiaa’ atarını bile yapamadım, çünkü haklıydılar. Hep haklı oldular. Demiştim ya, ömrüm ömrüme girenlerin hayatıma giriş ve çıkış hızını hesaplamakla geçti. Bir rüzgar gibi, meltem gibi. Tatlı bir esinti değil bu. Yüzümü kemiren, etimi dişleyen bir rüzgar..

Hava eksi bilmem kaç derece, arkadan biri daha sesleniyor, “manyak mısın olum, girsene içeriye donacaksın.” Nefesim bazı maddelerle birleşip buharlı çıkıyor, bayılıyorum bu âna. Ellerim ceplerimde, bir cep bulsam insanlığımı gizleyecek, ben de oraya saklanacağım ama bulamıyorum. Çok denedim, Allah belamı versin ki çok denedim bir yerlere gizleyebilmek için kendimi.. Beceremedim.

Hayatın bana bıkmada usanmadan attığı bir gol var ki düşman başına. Hayatıma girmiş kişileri çıkarır çoğu zaman.. ki bilirim, benden gittikten sonra sonsuz karanlıktan ütopyaya gitmiş gibi kabuk atarlar, yeniden dirilirler.
“Bu kafayla devam edersen yarrak gibi kalırsın bir başına böyle..” demişti ayrılmak üzerinde olduğum kız arkadaşım. “Terbiyesiz” diye karşılık vermiştim. Rolleri değişmiştik. Genelde ağzı bozuk taraf ben, beni toparlayan da o olurdu. İnsan hiç terbiyesiz cevabı sonrası ağlamaya başlar mı?
Karanlıkta olmanın tek iyi yanı bu sanırım.. Ne kadar geriye veya ileriye gidersen git bir şey değişmez.. Sen zaten karanlıktasın..

“Abi değiş şu şarkıyı dalağımız şişti” dedim servisçiye. Azer Bülbül’den ‘canım yanıyor’ u dinliyor. Hava bilinçaltım gibi bulanık, yağışlı, kaygan.. Damlalar inceden inceden vuruyor cama. Azer ağabey giriyor; “kurşundan beterdi o son sözleri, nasıl gitti hâlâ aklım almıyor.. anlatmak imkansız çektiklerimi, vurulmuş gibiyim, canım yanıyor..”
Tam alışmışım, değiştiriyor; duygu karmaşası yaşıyorum, İsmail Türüt’ü açıyor bu sefer.. parkanın kapşonunu çekip başımı cama yaslıyorum. Radyoyu değiştiriyor, Sezen başlıyor bu sefer.. haydaa diyorum içimden, daha doğrusu içimden dediğimi düşünüyorum, dışa vurmuşum.. tüm servisin bakışlarının ağırlığını hissediyorum.. yanımda idari işlerde çalışan hatun, dikkatli dikkatli bakıyor. Beni her gördüğünde iç geçirir, bana acıdığını düşünürüm bu iç çekiş şeklini görünce. Toplasan üç kelimelik muhabbetim olan kız “lan olum senden bir sikim olmaz” demişti. Şaşırmıştım, şok olmuştum. Sonra sorguladım, acaba bana bu lafları demiyorlar da ben karşımdaki kişiyi bir ayna bilip bana söylenmesini istediğim şeyleri mi duyuyorum diye. Sorgulamadım ettiği küfrü. Çünkü haklıydı. Amına koyayım.. Hayatım hayatıma giren kişilere hak vermekle geçti.

Kafam cama vuruyor iyice, yağmur hızlandı. Sezen’in sesi kulağımda çınlıyor; olmazdı ben de biliyorum, haklısın haydi git… ne olur lan demeye kalmadan yanımdan bir ses, “Sisifos gibi lanetlenmişsin sen” diyor. Kafamı çeviriyorum, bana senden bir sikim olmaz diyen kız. Yağmur tanelerini böğrümde hissediyorum, çiselemeyi bıraktı dolu yağıyor patır patır. Sisifos ne alaka yahu diyorum. Hikayesini az çok bildiğim bir karakter, hani şu tanrı tarafından cezalandırılan yunan mitolojisinden… bir kayayı koca bir tepeye çıkarmakla cezalandırılan ve tam zirveye ulaşmışken kayası aşağıya yuvarlanan ve..ve..vee ömrü hayatı boyunca bu işi tekrarlamak zorunda kalan..
Ona doğru bakıp bir şey söylemeyince sanki bir şey demişim de cevap vermek zorunda kalmış gibi kararlı çıkışıyor.
“Herkesi yazıyorsun, okuyorum seni.. bunu da yazarsın artık” diyor.
Kalemin var mı diyorum. İki ucu açık bir kurşun kalem veriyor.
Yazmaya başlıyorum..
Yazıyorum..
Yazdım.


29 Kasım 2016 Salı

Parçalanmış Gülüşler ikinci baskısına hazırlanıyor


Nasıl anlatılır, nasıl söylenir bilemem. Bunun adı ne mutluluk ne heyecan.. inanın tarifi yok.
Yazarken hızlı yazdım, sert yazdım. okudukça yazdıklarıma üzüldüm. okudukça yaptığım geyiğe güldüm. yalın ve yalnız bir döngü oluşturdum kitabımla aramda.
Şimdi çok ama çok özenli bir çalışmayla (arada bir kaç imla hataları vardı vs) ikinci baskısına hazırlanıyor.

Okuyan, okutan, emeği geçen herkese teşekkür ederim.

26 Kasım 2016 Cumartesi

yine başlıksız


"neden ellerin hep ceplerinde geziyorsun" diye sormuştu bir seferinde bir kadın.
"üşüyooruuum" demiştim o iki yuvarlağı iyice uzatıp konuya muziplik getirerek. Peşine demiştim ki; "korkuyorum"
ve eklemiştim; "uzmanlar karlı havalarda ellerinizi ceplerinizden çıkarın derler.. buradaki maksat ani kayışlarda vücut dengesini sağlamak.. ben de korkuyordum anlıyor musun. birinin elimi tutmasından değil de ayağım kaydığında elini tuttuğum kişiyi düşürmekten korkuyordum.."

gülümsemişti bunu söylediğimde. ne enteresan adamsın demişti.
etrafımda dört metrekarelik boş bir alan oldu mu çıkarmıştım ellerimi ceplerimden. soğuktu. kesiyordu insan etini. bir çay bardağını kavramıştım sıkıca. deli gibi yakmıştı elimi.
isteğim buydu.
yanmıştım.

23 Kasım 2016 Çarşamba

başlıksız

Yoksa bu kadar türkü yazılmazdı diye düşündüm. Bunca şey yazılmaz, söylenemeyen sözler söylenir, bütün susmuşlarımız birden dile gelir.
Göz hapsine girer bir kaç çift göz, bazıları refakat eder gece uykuya dalana kadar. Çoğu bakışlar uçar gider, bazısı öyledir ki ilk sapağa gelmeden kaybolur. Hatta bazıları şaşırtır, bulduğu ilk mazgal kapağına bütün sıvı yanlarını akıtır, süzülüp gider, yatağını bulur.

Gördüm onu. Bir çift insan gözüne karşı bir çift insan gözü.
Mağdurluk çöktü birden üstüme. Bir suçluluk duygusu oluştu içimde bana bakınca, kendimi kötü hissettim. Bu hissiyat bir yargılayan hissiyatı değildi, bir kaçış... Göz bebeklerim gözlerimden çıkıp gitmek istedi. Bir duyu organım bu bakış sonrası diğer duyu organlarıma kafa tuttu. 
Bir açıklama yap desem gözüme bu bakış sonrası, bana der ki;
"Onun yüzünde bütün doğruların yanlışlığa olan savaşı var, bir kere gözlerini kaptırdın mı savaşın tam ortasında bir süvari atı olup ilk darbeyi sen alıyorsun."

İlk darbeyi aldım.
Düşüyorum.

26 Ekim 2016 Çarşamba

Ben Çalmadım!


Zaten hep böyle olmaz mı / olmaz mıydı / olmadı mı?
Önce yapraklar sarardı, sonra hüzün çöktü, peşine sigaralar yakıldı?
Sanki daha önce yakmadık mi / yakmadılar mı / yakmaz mıydık?

Peşi sıra ve bilindik kelimeler döküldü yine. Avuç içimize siper ettiğimiz umutları yem ettik taklacı güvercinlerin koynuna belki kanatlanmaktır tek çaremiz diye. Yoksa siz hiç uçmayı denemediniz mi?

Orospu çocuğuyum yalan söylüyorsam çıkışıyla karşılaştım geçen. İnsan yüzündeki çaresizliği idrak edecek kadar yaşamayın demişti biri. Dememiş de olabilir. Dememişse de şuan diyorum.

Tepemizde bir rüzgar. Esti, belki sert. Yine esecek.
Belki bir esinti belki bir tufanla çıkıp gelecek. Geldiği gibi sikecek, evet.. Çünkü umut denilen olgunun birleşmesini beklemek gibi nitelikli yetenekleri var şu hayatın.

Her kışın sonu bahardır diye diye içimizi sararttık.
Ve yine bu bekleyişi anlamlandırdık istemeden de olsa. Ulan türküler de yalan söylemesin be!

Bu sefer gülecek be olum diyorum. Elinde tiner mi bali mi hangi dostu var bilmiyorum. Kafası güzel, kafası tüm herkesten güzel. Orospu çocuğuyum yalan söylüyorsam abi, ben çalmadım diyor. Tamam olum diyorum, sen çalmadın. Elindeki bez Tanrısı gibi, sımsıkı bağlı ona; ibadet edercesine bir ona bir bana bakıyor. Biliyorum, elinde bir suret onunla konuşuyor. Ben çalmadım abi diyor, orospu çocuğuyum ben çalmadım. Kitlenmiş. Kim bilir hangi eksik parçasını tamamlayabilmek için birinden bir şeyler çalmıştı, bilmiyorum.
Ne çaldın olum diyorum. Elindeki bezi gösteriyor, başka bir şeyi yok, onun dünyası o bez. Orospu çocuğuyum ki çalmadım diyor. Toplasan dört - beş kelimelik bir cümle ama tüm sitemleri orada, o kelimelerin en tepesinde, ta tanrının yanında.
Sen çalmadın olum diyorum, sanki acısı hafiflemişçesine / dünya biraz da olsun iyi bir yer olmuşçasına suratıma bakıyor. Orospu çocuğuyum ki diyor çalmadın diye tamamlıyorum. Çalmadın oğlum, sen çalmadın diyorum. Hafif bir esinti sararmış bir yaprağı ayağımızın ucuna kadar getiriyor. Yerde zebani görmüş gibi ayaklarını kaldırıyor. Ben çalmadım diyor başına sıfatı getirmeden, zamanı ben çalmadım, zamanı ben çalmadım, zamanı ben çalmadım...
Beynim orada, oracıkta duruyor. Dediği cümlenin bilince mi diye bakıyorum. Gayet bilincinde, ayakları havada, dokunmak istemiyor sararmış yaprağa, ben çalmadım abi zamanı, ben çalmadım.
Korkuyorum. Korkum sözcüklere dökülüyor, orospu çocuğuyum ki ben de çalmadım diyorum bu sefer sözcüğü ondan devralarak.
Ben çalmadım..
Ben çalmadım!

14 Ekim 2016 Cuma

BEYAZ ÖNLÜK


Kapıyı biri tıklatmıyor, bütün kinini nefretini çıkarıyor. Girsenize diyorum, cümlem bitmeden bunun bir davet ses tonu olduğunu anlayıp giriyor. Otuz yaşlarında, saçları hafiften seyrelmiş, cüssesine göre göbeği hayli ileride. Sakalı adamakıllı uzun, sık sık kaşımasından anlaşılacağı üzere bir şeye sıkıntılı. Vucut dili bulunduğu durumdan hoşnutsuz olduğunu belli edercesine hararetli. Bacak bacak üstüne atarken bile bir şeyleri anlatmanın telaşında. O benden bir cümle bekliyor ben ondan. Bu buhranı ismini sorarak başlıyorum.
Adınız ne diyorum, adınız nedir diyor.  Tolga diyorum Tolga diyor. Gülümsüyorum gülümsüyor. Saçmalama diyorum estağfurullah diyor. Eli göbeğinde giderek şişiyorum der gibi karnına avuç içiyle birkaç kez vuruyor. Şiştim bir çare bulun lütfen diyor, kaç gündür diyorum, bir haftadır tık yok diyor. Kendi kendime hayıflanıyorum. İçim acıyor, sızlanıyorum. Daha önce böyle bir şey oldu mu diyorum, yok diyor. Hay Allah diyorum, bak sen Allah’ın işine diyor.
İlaçlara göz gezdiriyor, bu bende var bunu biliyorum, peeehh bu da ne işe yaramıyor berbat diyor. Anlıyorum diyorum, anlamıyorsun diyor. Herkesin başına gelebilir, bu bir süreçtir yeter ki daha fazla çalıştır daha fazla egzersiz yap diyorum, susuyor.

Kapı bu sefer hakikatli açılıyor. İçeri dört adam giriyor. Ellerinde bir kağıt. Bir kağıda bir yüzüme, bir yüzüne bir kağıda. Yüzüm yüzüne yüzümüz yüzlerine. Tolga diyor biri efendim diyoruz bir şeyler not ediyor. Şuan ne yapıyor diyor yanımı işaret ederek, sessizce kabız olmuş, döktüremiyormuş kelimelerini diyorum fısıldayarak en etkili ilaçları verdiğimi söylüyorum. Hangileri diyor gözlerini kırparak. George Orwell diyorum, Hayvan Çiftliği diyerek onaylatıyorum. İşaret ve baş parmağı dudaklarına gidiyor. Mucuckk diye keyifle iyidir diyor. Çare olur mu, dökebilir mi içini şişmiş diyorum. Soluma bakıyor, o ne düşünüyor diyor. Ucuna dayandı diyor, biri bir çıksa ortalık perişan olacak yıkıp kavuracağım ortalığı, leş kokacak her yer yıllardır içimde biriktirdiklerimi sallandıracağım yeryüzü darağacında diyor. Hayretle bakıyorlar. Gözlüklü olan gözlüksüz olanlardan birine bir şeyler diyor.
Tolga diyor bakıyoruz, sana diyorum diyor bana mı diyoruz. Her ikinize deyince rahatlıyoruz. Biraz daha misafirimizsin, bak yazdığın reçetedeki ilaçları sana alacağız. Onları oku, belki yine yazabilirsin he diyor. Cümlenin sonu şiveli çıkıyor. Susuyoruz Tolgayla. Başı önek eğik sanırım biz deliyiz diyor. Değiliz, sadece yazamıyoruz diyorum. Susuyoruz. Masamın üzerinde duran kağıt kalemle göz göze geliyorum. Başlıyorum yazmaya. Her kelimem Tolga’nın biraz daha yok olmasını sağlıyor. Başarıyorsun, çıkıyor diye son bir gayretle bana doğru bağırıyor. Evet diyorum, çıktı, çıktı, çıktı. Tolga yok olurken yüzünde dünyanın pisliğini sıçmışçasına acı bir ferahlık. İçe atılan ahların yazıya dökülmüş hali leş kokuyor.
Son bir ah ediyorum.

Ah diyorum, gitti çocuk. Söyleseydim de gelirken tükenmez kalem alsaydı. Tükendim.

5 Ekim 2016 Çarşamba

Yaprak Kımıldamıyor


               

        
“Yaprak kımıldamıyor” diyor taksici gözü göğün ağırlığını tartmak istercesine.
“Ne yapılabilir ki” diye iliştiriyor lafı peşine göz kapağı göğün ağırlığıyla yavaş yavaş çökerken.

Hâlbuki günüm ne kadar güzel başlamıştı. Alarmı tam sekiz kere ertelemiştim. Patronum olacak o lavuk altı kere aramıştı. Ha, iki kere dııt dıt eden sesi ve whatsappın dlinnkk sesini saymıyorum bile. Muhtemelen o da patrondandır. Bilindik şeyler..
Uykum var. Uyumalıyım. Biip bip. Hay aksi, yine mesaj hep mesaj!
“Çabuk aşağıya in taksiyle yarım saattir seni bekliyoruz be adam! Bıktım senin bu hantallığından.”
“Blaa..bla..bla. vidividividii. Bööööööö” yok yok, gönderme. Kira sekiz yüz elli doğalgazı suyu ekle.. Bakkal Hüsnü’nün iki aylık veresiyeyi de ekle..  Yahu alt komşum Manukyan’a bile borcum var, ne debeleniyorsun be adam.. Ah.. Lanet fotokopiler.. Neredesin, hah…
İniyorum.. Taksi sarı, gömleğim sarı, yapraklar sarı. Güneşin ışığı sarı, manukyanın saçları sarı, etek sarıı sen etekten.. Bıktım senin geyiğinden, bıktım!
“Yahu manyak adam, gene kendinle mi konuşuyorsun sen binsene şu zımbırtıya. Hazır mı skeçler. Bak, rahat bırak beni yeter, bu iş bende dedin üç gündür yazıyorum diye beni oyalıyorsun. Eğer hazır değilse sen de ben de kapıya koyuluruz haberin olsun.”

Elimdeki dosyaya bakıyor. En üstteki kâğıdın başlığını görebilmek için büyük çabalar veriyor. Gülümsüyorum. Bu adamın işten kovulma korkusu resmen vücuduna hükmediyor. Bayılıyorum bu anı izlemeye. Patron olmakta yetmiyor diye fısıldıyorum sırıtarak. Elimdeki dosyayı sertçe çekerek alıyor. Başlığa aldırış etmeden içeriği okumaya başlıyor. İşten kovulma korkusu vücudunu okuduğu satırlarla birlikte terk ediyor. Bir yerde tereddüt etmiş olacak ki korku tekrardan kapısını çalıyor. Tak tak takk diye ses çıkarıyorum. Bir sağına bir soluna bakıyor telaşlı. Kravatı olmadığı halde elini boynuna götürüyor daha rahat nefes alabilmek için.
“Geçen seferki gibi olmaz değil mi?” diye soruyor ana rahminden çıkan çocuğun masumiyetiyle. Sol gözümü kırpıp “olmaz olmaz” diye geçiştiriyorum sorusunu. Yani ne olmuş mezarlıkları mancılık sistemiyle döşettiysem. Hem belki günâhkarlar için iyi bir tehdit olabilirdi bu.
“Yapma Sadık” diyor,
“Biliyorsun ki sen de ben de aylarca bu projenin onaylanmasını bekledik. Hazır elimizde fırsat var, gel bırak bu avarelikleri de şu skeçlere odaklan. Neyi anlatıyor bu?”
“Geçmiş yaşamında ettiği sayısız tecavüzlerle Roma halkının en gaddar en merhametsiz bir soysuzun reenkarnasyon ile şimdiki yaşamda bir iktidarsızı anlattığı sıradan bir skeç işte. Güldürecektir, ondan emin ol patron.”
“Reenkarnasyon da neymiş tövbe hâşâ “ sesini işitmemle ani bir fren sesi ve cama yapışan bir kadın bedeni görüyorum. “Hobaaaa” diye irkiliyor patron, taksicinin tövbesinden sonra gelen bu kazaya bir ad vermek istiyor, beceremiyor. Şoför bana bakıyor, “ne duruyorsun be adam insene” diye haykırıyorum. Şoför ısrarla inmiyor, ışık görmüş tavşan gibi suratıma suratıma bakıyor. Aşağı iniyorum, bir inleme sesi. “Patrooon” diye bağırıyorum. Ses çıkarmıyor. “Dördüncü sayfa altıncı paragrafın sonuna ekle; “hava kurşun gibi üzerimize yağıyordu ama tedbirliydik, kurşun yeleklerimiz üzerimizdeydi.”
“Hastasın, sen hastasın. Hasta adam.”

Yüzüstü yatıyor. Sanırım boynu kırılmış. Ölmüş olmalı. Çantasını kontrol ediyorum. Elimde pembe bir kimlik. Üzerine yapıştırdığı fotoğrafla pek bağdaştıramıyorum.
“En az beş senelik bu fotoğraf.”
“Hastasın, sen hastasın. Hasta adam.”

Benden bir hamle bekliyormuşçasına siperde bekliyor ikisi. Şoför sert bir hamleyle gelip kadının yanında dikiliyor.
“Yaprak Kımıldamıyor” diyor. Patron şaşkın halde bir elindeki dosyaya bir adama bakıyor.
“Yaprak kımıldamıyor” diyor taksici gözü göğün ağırlığını tartmak istercesine.
“Ne yapılabilir ki” diye iliştiriyor lafı peşine göz kapağı göğün ağırlığıyla yavaş yavaş çökerken.
“Yaprak Hanım, Yaprak Hanım” diye dürtüyor kadını.

Yazdığım başlıkla hikâyeyi kafamda tartıyorum.
“Yaprak Kımıldamıyor”
ve Romalı barbarın yüzünün o hali.
Gülüyorum orada oracıkta. Gülmek ne zamandan beri manyaklık, hastalık oluyor yahu. Şunun şurasında kadın ölmüş, skeci yetiştirememişiz, kovulmuşuz, doğalgazımız elektriğimiz kesilecek, kirayı ödeyemediğim için evden atılacağım. Manukyan bir daha bana sarışın dilberini vermeyecek. Ekmek, süt alamayacağım.
Peh.. ben de bir şey olacak sandım.


27 Eylül 2016 Salı

Bir Mevsim Acı Gerçekler


Çünkü bazen özlüyorum, öyle yabani huylarım var. Bekliyorum filan..
Beklemek gibi cazgırlıklarım da olmuyor değil..
Beklemek bazen adı konulmamış bir ifadeymiş gibi heyecanlandırıyor beni
Koynuma aldığım ilk dilberin adını hatırlatıyor bana, beklee..beklee.. beklee.. dur dur şimdi değil.. çıkar çıkar çıkar.. yanlış yerden girdim. yine. hep böyle olur.
Sonra beklemek anlam kazanıyor. Anlam kazanılan her şeyi düşünmeyi istememe gibi bir huyum var.
Düşünsenize, anlamsızlıkları anlamlaştırmak sizin elinizde ve bu boktan döngüyü diriltebilmenin tek yolu bulutları seyretmek. ya da bir ağacın dibine pinekleyip bütün mümkünlerin kıyısında çimmeyi beynimizin içinde seyretmek.

Kuşların uçtuğunu görmek korkutuyor beni, düşünsenize ulan uçuyorsun.
Bir de yanık fesleğen kokusu ki buna bazı din adamları ve bilim adamları karşı çıkabilir..
Niye mi.. çünkü öyle zaman geliyor ki bir koku bütün hücrelerimi yeniden yapılandırabiliyor.. hizaya çekiyor filan. koku, bir insan siluetine dönüşüyor.
ve ben bütün imanlı yanlarımla diriltiyorum zihnimdeki diz kapakları öpülesi huriyi.

Özlüyorum, evet. Özlemenin bir anlamı da yokluğu aklına gelince sıra dışı bir tepki vermemizdir. Yani, en azından benim için öyle sayılabilir. Bu aralar onu öyle özlüyorum ki. Bazen yattığım yatağın berbat kokusu eşliğinde hemen yanıbaşımdaymışcasına hüznümü onunla paylaşıyorum.
Ah bu mevsim geçişleri, hayatımızı sikti..

Mevsim geçişlerinde yaşanan aşklara her zaman saygılıyım.
Sanki onu anımsatan bir düğmem varmış gibi Eylül ayında hortluyor bu nahlet duygu.. Kulağıma fısıldıyor en şehvetlisinden kelimelerini.. ben diyor..geliyorum diyor.. al beni bacak arana diyor..
konuyu uzatmıyorum ama ısrar ediyor. tenimdeki soğukluk ona kavuşunca birden geçiyor. gideceğimi biliyorsun dercesine bana bakıyor. anlıyorum. anlamak anlamsızlığın tam karşısına geçip bana kafa tutuyor. zihnimle baş başa bırakıyor beni. gözlerim korkumu kamufle edebilmek için biraz daha mayhoş bakıyor.. sonu belli ucuz roman gibi çaresizce bakıyorum ona..
tam karşımda, aynı bıraktığım gibi. üzerinde yılların yorgunluğundan eser yok. eylül ayına latife edercesine bana bakıyor. arkamı dönüyorum,  bana bakıyor.
yapışıyor üzerime, cuk diye oturuyor. kilo almamışsın diyor. kontrol ediyorum, hak veriyorum hemen.

Özlemi hissetmek içimdeki burukluğu hüzne çeviriyor. O hüzün bir türkü sözüne ayak uydurup martı sesleriyle kulağımda işitiliyor.
Hoş geldin diyorum.
Hoş buldum diyor.
Gidecek misin diyorum
Zamanı geldiğinde diyor.
Biliyorum ve üzerime geçiriyorum. Cuk diye oturuyor üzerime. Hemencik ısıtıyor beni.
Hoş geldin tumanım diyorum. Anlamazlar asıl adımı söyle diyor. İçliğim deyince konu erotikleşiyor. Yatıyoruz beraber, önce kıçımı sonra içimi ısıtıyor.
Hoş geldin tumanım..
Hoş geldin..

19 Eylül 2016 Pazartesi

İstanbul'u Dinliyordum


İstanbul’u dinliyordum,
Bir Eylül esintisiydi tenime vuran
Sararmış sarmaşıklar türemişti omza atılan şalların püsküllerinde
Yabani atlar refakat ediyordu hoşnutsuz gecenin sertliğine
Tek düze inmişti sanki bütün eyvallahlar,
Yara bere içinde kalmıştı ihtiyatsız çocukların âhları..
Ve hâlâ çoktular
Yok olmuştu çocuklar,
Belirtisiz isim tamlamaları eşliğinde kayboluyordu bütün umutlar..

İstanbul’u dinliyordum ve hüznüm kapalıydı parçalı bulutlu aşk kırıntılarına
Avuç içleri birbirine karışmış insanların teri idi ciğerimi zorlayan bu nem
Cümlelerim devrik
Ve ben üşüyorum demeye korkmuştum bir dilberin yanık fesleğen kokusu eşliğinde

İstanbul’u dinliyordum.
Hüznümü bir kapkaççı alıp kaçmıştı.
Boşa esiyordu türküler,
Sağımda solumda üşüşen sonbahar yaprakları anlamsız..
Şikâyetçiyim memur bey;
Hüznümü çaldılar..

İstanbul’u dinliyordum, gözlerim kapalıydı.
Hüznüm yok olmuştu
İyelik ekleriyle sevişiyordu tenim.
Açtım.
Kaçıktım.
Kaçmıştım.
Bir Orhan Veli şiiriydim,
Kör bir kuyuya düştüm.

İstanbul’u dinliyordum..
Kapalıydı göğün tavanı, su sızdırıyordu bulutlar
Ve bir şair ölmüştü,
Küsmüştü Tanrılar aşk şarkılarına

İstanbul’u dinliyordum,
Korkmuştum.
Üşüyordum.
Sessizdi her yer.
Her yer.

t.yazıcı
16.09

2 Eylül 2016 Cuma

Buna da başlık bulamadım


Çok.. Çok.. Çok.. Çok.. Çok.. Çok..
Çok.. Çok.. Çok.. Çok.. Çok.. Çok.. Çok.. Çok.. Çok..
Fazla ses, gürültü var. Duyamıyorum.
İşitiyorum ama göremiyorum.
Sikiyorum ama boşalamıyorum.

Daha.. daha… daha.. daha
Daha.. daha… daha.. daha Daha.. daha… daha.. daha
Daha.. daha… daha.. daha
Ne gelebilir ki diyoruz, peşine yeniliyoruz; daha ne gelebilir ki(?)(!)
 Alt paragraflarımız yıllar öncesinden alınmış sıradan bir cümle gibi. Bütün yaşanmışlıklığımız yaşanmış. Yılışık bir cümle geliyor gecemizin tam koynuna; yoksa sen samanlıktaki iğne misin?

Neden… Neden… Neden..
Nedennn nedennnnnnnn…
Neden… Neden.
Yandık bu kadar. Yoğurttu belki üfleyişimize kızan.
Hepsi o orospu çocuğu sarımsak yüzünden!

Yeter… yeter.. yeter.
Yeter… yeter.. yeter. Yeter… yeter.. yeter. Yeter… yeter.. yeter.
Yeter.
Dünya giderek daha fazla anlamlaşıyor tarafımca. Hüküm giymiş dünyalı gibi fırfır yüreğim; temiz iç çamaşırı bekliyorum.
Çok fazla duyguya tanıklık edince, tanıklıklığı anımsayan yerlerin senin nasıl milim milim delirdiğine de tanıklık ediyor. İşte biz buna götüne lime lime şemsiye girerken şemsiyenin açılışına tanıklık etmek diyoruz. Ulan ne cümle kurdum be, yırtık condom gibi benden bağımsız işliyor artık yazılarım.  
Gideyim de gri yanlarıma ışıklı led taktırayım.




29 Ağustos 2016 Pazartesi

Başlık bulamadım


Dalgalar.. vapur.. rüzgar

Ne iyi olurdu bencil bir iç sesim olsaydı. Belki o zaman becerebilirdim kendime konuşmayı. Belki o zaman başarabilirdim insanları umursamamayı.

Uğultu.. yankı.. derinlik

Gerisi boş, gerisi sonsuz bir uçurum. Ne iyi olurdu sonsuzluk kavramıyla sonradan karşılaşsaydım. Belki o zaman ruhuma işleyen bu yalnızlık, bu bedenimi ötekileştiren yanık plastik gibi kokan ruhum kokmazdı. O kadar çitiliyorum ki bu koku üzerimden gitsin diye. Nice âh içerikli deriler bıraktım öteberimde.

Üzgünüm.. üzülüyoruz.. üzüyorum

Bağışıklık sistemime kadar fısıltılar dolanıyor yamalı vücudumun içerisinde. İki ucu bıçak kelimeler vuruyor kafamın üzerine.. çık diyorum, çık! Siktir git! Gitmiyor.. Susturmuyor.. Susmamak için elimden geleni yapmama rağmen..

YANKI

Gözlerini kırpan insanların göz kırpmasıyla oluşan o rüzgarı hissediyor tenim. Korkunç bir bakış açısı yankılanıyor tenimde. Bakış açısı diyorum! Düz anla. Kaybolmaktan korktuğum kadar kaybolmak istiyorum. Sıkıştım. Böbreğime yapışmış sarı üre benliğim gibi, berbat kokuyor!

Sükûnet

Kelime darağacımda sallandırıyorum firari hecelerimi. Celladının farkında yine de desibelli desibelli yağıyorlar etrafıma. Kelime darağacımda sallandırıyorum bütün bu hissizlikleri. Oysa ne kadar biriktirirsen bu tabirin olduğu yere o kadar iyi aktarırsın demişlerdi içindekileri. Ben, bende olanları da astım. Geriye bu çığlık kaldı. Yazmayışımın sebebi budur.

Dalgalar, vapur rüzgar.
Ne güzel yok ediyorsun beni ey gözleri maden
Uğultun ciğerimde yankılanıyor,
En derinim neresi, en derinin neresi..
Söyle bu içimi yankılayan vurgunun merkezi kimin nesi?

Biraz sükûnet,
Ama susma..
Seslerden korktuğum kadar
Yalnızlıktan besleniyorum.
Yalnızlıktan korktuğum kadar
Bir fısıltıtan kaçıyorum

19 Ağustos 2016 Cuma

Müzeyyen



Müzeyyen

+Vay Sadık bu odanın hali ne olum, sen şimdiden yazar kafasına girmişsin. Böyle devam edersen senin kitap işi olacak haberin olsun. Duvara yapıştırdığın her cümleye bir anlam yüklediysen işin içinden çıkamazsın ama. Yazmak, böyle boktan bir şeydir. Birçok anlamlı şey bile yan yana geldiği zaman inanılmaz, saçma sapan şeye dönüşür; şaşar kalırsın bunca güzellik yan yana gelip bu kadar çirkin şey nasıl oldu diye.
-O bazen değişebiliyor abi, bak mesela benim annem dünyalar güzeli bir kadın; keza rahmetli peder beyimiz de öyleymiş; resimlerinden gördüm. İki anlamlı şey çiftleşmişler ama benim gibi bir kötülük çıkabiliyor. İnsanlığın bildiği en büyük yanlış ne biliyor musun abi, iki yarım hiçbir zaman bir tam etmez.
+Tam yedi saniye sonra kaybolup gitti.  Yazıyor bu kağıtta, ne bu? Bir kızı mı kesmiştin.
-Yok, hayır insan yüzünde ki gülümsemenin gidiş saniyesini ölçtüm.
+Sen hakikaten enteresan adamsın Sadık. Bak mesela, bu kağıtta sadece “Müzeyyen” yazıyor, o nedir?
-Bazı şeylere anlam yükleyebilmek için önce anlam yükleyecek şeyin anlam yüklenecek bir şey olması gerek.
+Kimdi bu Müzeyyen?

                Çıkmaz sokaklara hikâyeler uydurmaya bayılırım. Kendime benzetirim onları. Ne garipler değil mi? Koskoca bir evren varken, onun kaderinin duvarları örülüdür, birileri gelir ondan ama gidemez. Gitmek için yine geldikleri yere giderler, bu yüzden çıkmaz sokaklar kimseyle vedalaşamazlar.

              İki yan sokağımızın meğerse kaderi örülüymüş, tam yirmi üç yıl sonra fark ettim bunu. Bir yağmur sonrası siyah beyaz gökyüzünün refakatinde kurulanmak için atmıştım kendimi o sokağa. Salak kafam, gökyüzünün tavanı olabilir mi hiç. Ayağım mazgal kapağının arasına takılıp düşmüştüm. Giydiğim kot pantolonumun sol yanı öylece ıslanmıştı. Elimle dört kere kirli yere vurup çamurlu yerin yere dökülmesini sağladım. Tam o sırada göz hizama beyaz bir mendil takıldı. O an o mendilin nereden geldiğini sorgulamayacak kadar canım yanmıştı düşmenin etkisiyle.

              Paçamı sildikten sonra, çamurun etkisiyle grileşen peçeteyi montumun sağ cebine koydum. Kafamı havaya kaldırmamla birlikte kıvırcık saçlı, gözleri normal insanın iki katı büyüklüğünde, burnu hafif eğik bir kadının gülümsemesi karşıladı beni; gülümsedi. Yedi saniye boyunca bir şey söylemediğimi anlayınca sağ elini sol omzuma koyup “iyi misin” dedi. “Tam yedi saniye sürdü” dedim. Tekrardan gülümsedi. Hakikaten yedi saniyeyi şaşırtmıyordu. Ne güzeldir bir insanın gülümsemesini yedi saniye tutabilmesi suratında diye düşündüm. “Bir yerin acımıyor ya, çok kötü düştün; ne işin var burada senin” dedi. “Kurulanmaya geldim” deyince hiç sorgulamadan ceketini çıkarıp iç kısmıyla başımı kurulamaya başladı. Kısık sesle de olsa, “bu böyle olmaz, hasta olacaksın sen, annene söyle de sana bir çorba yapsın” dedi.  Anne betimlemesinin yanına iyelik gelince bir ürperdim, çünkü benim annemden bahsediyordu. Bütün orospu çocukları gibi bende annemden bahsedilince gözlerimi karşımdakinden kaçırır konuyu değiştirirdim. Yine konuyu değiştirmek istedim ama ağzımdan farklı sözcükler çıktı, bazen böyle olur; kalbinle değil de kıçımla düşünürsün, o da hiçbir zaman doğru şeyi söylemez. “Yoooo” dedim. “Yeni banyo ettim ki ben”
Gülümsedi yine. Sağ avuç içini sol yanağıma dayadı. Bu bir sevgi göstergesiydi, biliyordum bunu. “Adın ne bakayım senin” dedi.
“Sadık” dedim.
“Vay vay, her şeye Sadık kalabiliyor musun.” dedi. Kitlenip kaldım.

           Çocukluğuma ait anılarım aklıma gelince böyle put gibi donup kalıyorum. İnsanın kendi annesi her gün farklı kişiler tarafından düzülünce bir tuhaf geçiyor gençliği. Babamın bir daha olmayacağını kabullendikten sonra bu duruma da biraz biraz alıştım. Dedim ya, bütün orospu çocuklarının kaderi budur. Kendi dünyalarından kaçmak için kafalarında farklı farklı dünyalar yaratırlar, bu yüzden çoğu orospu çocuğu kişiliksizdir. Çünkü bütün duyu organlarını kapatırlar bir süre. Görmek istemezler mesela, içinden çıktığı rahime giren başka heriflerin bedenini, duymak istemezler etin ete değdiği o tizli sesi, söylemek istemezler dünyanın ne kadar boktan bir yer olduğunu. Bok olarak dünyaya gelen birisi içinde “boktanlık” kelimesi sıradanlıktır. Bende doğdum da bir bebek olarak değil de bir bok olarak dünyaya gelmiştim. Bir spermle başlayıp, bir bokla bitmişti maceram. Annem beni doğurmamış sıçmıştı.

-Bugünlük bu kadar yeter mi abi, insanın kendini yazması hakikaten zormuş.
+Son bir şey, kimdi bu Müzeyyen?
-Benim Tanrım
+Tanrılar ölümsüzdür, yazıyor bu kağıtta; sen bizim bu konuşmamızı yapacağımızı düşünüp bana cevap olarak mı yazdın olum bunu, korkuyorum senden ha.
Müzeyyen’in de bir orospu olduğunu öğrendiğimde yirmi altı yaşımdaydım. Kaçınılmaz kader deyip sineme çekmedim. Tam tersi, bütün kurallarımı Müzeyyen’i tanıdıktan sonra yıktım. Bir Tanrım zaten vardı, yanına birini daha ekledim. Ben Müzeyyen’le öldürüp, onunla dirilttim tekrardan her şeyi.
Sadık ben, o kişiyim.
O sevimsiz kişi…

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Her yalnızlık bir ihtilal


Sonrası dedim kendime, neydi ki.. 
Hüznün ucunda yanan bir köz mü 
Yoksa közün içine iliştirilmiş hüzün mü.
Breh dedim yine kendime. 
Tek bir nefeste canıma okurum. 
Yalnızlığımı bertaraf eder, hakikaten insanların arasında olurum.
Yuh sesimle irkildim hemen peşine. 
Bu işte ters bir şeyler yok mu.
 Sırıttım kendime hemen, terslik benim ya dedim alenen.


Üstünkörü göz gezdirdim insanlara yine
Çalakaşık girdim çorbaya üflemeye mecalim yok diye
İzledim yolları, gördüm saydım
Boğazı kaçırdım, yine yolda daldım.
Uykum bir çığlık gibi, devamlı kendime uyandım.
Kıçım açık yattım, bütün rüyalara abandım.

Sessizlik korkutur bazen, korkuyorum da.
Bu iyelikler canımı sıktı, sıtkım sıyrıldı sıcaktan
Sitemim kendime, biber sürdüm sitemli yerlerime.
Üfleyerek yedim yoğurdu, üşüdüm.
Bacam tıkalıydı, hayallerimi yaktım.
Buram buram is kokuyordum kendimden kaçtım.


Yenildim, sevindim.
Sevindikçe yenildim.
Bütün bulanık suları içtim.
Vazgeçtim.
Küfrettim.
Yeminler bozdum, cenabet gezdim.
Tövbe ettim, secdeyi yere serdim.
Başa sardım, sonrası dedim.
Bir sigara yaktım.
Bir dumanı acıya eyledim.
Acıya hüzün ekledim.
Hüznüm secdem oldu
Ve ben sadece yenildim.


t.yazıcı

30.07.2016
00:27

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Parçalanmış Gülüşler hakkında kimler ne demişş


yazamıyorum efendiler,
yalan yok, az biraz bir şeyler karaladım mı da onu dergiye göndermek durumunda kalıyorum beni affedin.
kitap çıktıktan sonra büyük bir boşluğa düştüm. bir daha bir şey yazamayacağımı filan düşündüm. hatta bazen öylesi büyük umutsuzluğa düştüm ki bir daha herhangi bir şey yazmayacağım diye kendime sıkı tembihlerde bile bulundum.
oha lan hiç küfretmemişim bunları yazarken.

nasıl ki jack london'un martin edeni ya da knut hamsun'un açlık romanında yaşadıkları varsa hemen hemen bir çoğunu yaşadım. anlaşılmamak korkusu sanırım bir yazarın en büyük korkusu.

kitaba ilk tepkiler ne olacak diye sabırsızlıkla bekliyordum. velhasıl ilk yorumu şaşırdığım bir şekilde hızlıca kitabımı okuyup bitiren mahallemizin tekelcisi oldu. kitap nasıldı ağabey sorusuna
"olum çok güzel yazmışsın da çok küfür etmişsin amına koyayım ya" tepkisini verdi. güldüm o an, hatta verdiği bu tepki çok hoşuma gitti. çünkü bana söylediği o küfür bazı semtlerde yüklem olarak kullanır. o yüzden sorgulayan kişi hikayeleri kendi hayatına göre değil de hikayedeki karakterin yerine koyup öyle okusa, hikaye de karakterler de rahat edecek:)

velev ki benim uslubu bilen zaten temkinli yaklaştı kitaba, ben buydum. yer altı edebiyatı yapıyorum zırvalığına girmeyeceğim. sadece karakterlerim küfür etmesi gerektiği yerde küfür etti. korkması gereken yerde korktu. gülmesi gereken yerde güldü. en azından ben öyle olmasını istedim. hiçbir zaman da iyi şeyler yazdığımı düşünmedim. hatta en büyük korkum az çok burada ya da dışarıdaki yazılarımda bulunan samimiyetin kaybolduğunun söylenmesiydi. aşağıda web sitelerini yazacağım dostlarım öyle güzel şeyler yazdılar ki emin olun belki sizin için pek önem arz etmeyen o kitap yorumu benim için her zaman yeni başlangıçların sebebi oldu. yazamadığımı düşündüğüm her vakit internete girip sizlerin yorumunu okudum ve dedim ki, anlıyorlar beni.. işitiyorlar beni.. oralarda beni duyan birileri var..

sanal alemde ilk yorum derya'dan geldi. dediğim gibi belki kendisi farkında değil ama o yazdıkları benim için paha biçilmez bir hediyeydi.
çok uzattım dimi. hadi bakalım kimler ne yazmış görelim

bloggerin gülü ahu kız yazmış, ne de güzel yazmış
http://www.ahukader.de/2016/06/parcalanms-gulusler.html

bizim deli kız myna, kocaeli kitap fuarındayken geldi ve imzalı aldı. amma velakin kendisi gelip almaya çekindiği için bir arkadaşı vasıtasıyla aldı. buradan bir kez daha sitem dolu gülücüklerimi yolluyorum :) ben adam mı yiyorum yiaaaa :p
http://mynamerve.blogspot.com.tr/2016/06/biraz-parcalanms-gulusler-biraz.html

cancağızım.
https://kelimetozu-mulemma.blogspot.com.tr/2016/05/parcalanms-gulusler-dus-mekanizmasn.html

eylül anonim takılmayı çok sever ama ben kim olduğunu biliyorum. aynı acıya tanıklık ettiğimiz çoktur. öyle güzel yazmıştı ki "ulan be" demiştim kendi kendime. "iyi ki yazmışım.."
http://beneylulmusum.blogspot.com.tr/2016/06/tolga-yazcnn-parcalanms-gulusleri.html

ilk göz ağrımm:) derya güzel şeylerin başlangıcı oldu benim için. dediğim gibi kendisi bilmiyordur ama bu nitelikli yorumunda sonra kitabımı hakikatli tanıttım etrafıma. insanlar kitaba ulaşsın diye uğraştım.. kendisine tekrardan sonsuz teşekkürler
http://yormuyorum.blogspot.com.tr/2016/04/parcalanms-gulusler-bir-tolga-yazc-kitab.html

bizim anacık kitabı güzelce okumuş, peşine bloğuna ilk yorum yapan kişiye de kitabı hediye etmiş. güzel insan yahu:)
http://maksatmuhabbetolsunn.blogspot.com.tr/2016/05/parcalanmis-gulusler-kitap-yorumu-ve.html

nam-ı değer fikolatteee:) kendisinin edebiyata olan düşkünlüğünü her zaman bildiğimden en merak ettiğim(yorumu) kişilerden biriydi. kalemine, gözlerine sağlık.
http://fikolatte.blogspot.com.tr/2016/07/parcalanms-gulusler-tolga-yazc.html

sevgili myna'nın kitabı ulaştırmasından sonra çokta güzel yorumlamış. kendilerine şükranlarımı sunuyorum:)
http://calimeronundefteri.blogspot.com.tr/2016/05/parcalanms-gulusler.html

hepsiburada.com un editörlerinden kitap yorumu
http://www.hepsiburada.com/blog/bibliyoman/parcalanmis-gulusler-tolga-yazici/

ekşisözlük
https://eksisozluk.com/parcalanmis-gulusler--5128315

kitaba dair alıntılar
http://www.neokur.com/kitap/182049/parcalanmis-gulusler/kitap-alintilari

öyle işte..
eğer ki unuttuklarım varsa buraya yazması halinde hemen ekleyeceğimi belirtmek isterim. ayrıca yarattığım şeylerin yorumlanması çok hoşuma gidiyor bilesiniz, iyi / kötü fark etmez. yeter ki bir çift göz refakat etsin.

iyi ki varsınız..

19 Temmuz 2016 Salı

Neyiz ve Nerelerdeyiz... Bilemiyoruz Şimdi


Parçalanmış Gülüşler hikayesini yazarken "Gözlerimizin önüne inen o karanlık perdeden görebildiğimiz kadar renkli baktık hayata." dedim bir cümlede. 

Burada demek istediğim tepeden tırnağa bütün alyuvarları boka bakmış dört arkadaş grubunun bokun, pisliğin içinde olsa da yaşama dair bir haykırışıydı, 

"yaşamak istiyoruz olum biz" in bir çırpınışı. 

İbo'nun cam kesiğiyle vücudunu kesip babasını nasıl öldürmek istediğini haykırırken Bayram karakterinin hiçbir şey olmamış gibi 

"nereye kesiyorsun İbo, daha milli olmadık" demesi koca bir "biz yaşamak istiyoruz" haykırışı aslında..
Bizler yaşamak istiyoruz, bütün pisliğin içinde temiz kalmak istiyoruz.
Sıklıkla kaliteli öyküler-romanlar okuyalım arkadaşlar(arada benim kitabı okusanız fena olmaz hani.) 

Bizi iyi hissettirecek şeyler yapalım. Sevelim, sevişelim, türkü söyleyelim..
Ne dersiniz fena olmaz mı?



12 Temmuz 2016 Salı

Honki ponki toni nok çlona bimbo bori rok





Esmiyor geçmişini sevdiğim. Sıcak, hem de çok. Niye bu kadar sıcak olursun be evladım, azıcık es da, ölmezsin ya…
Nasıl oluyor, nasıl yapıyorum bilmiyorum ama şu toplu taşımaya bindiğimde güneşin vurduğu kısmı bir türlü hesaplayamıyorum. Ulan bir görseniz, binmeden önce neler neler yapıyorum. Doğu – Batı- Güney- Kuzey dörtlemini resmen yeni baştan yaratıyorum. İki elimi yanlara doğru uzatıyorum, sol biraz sıkıntılı o yarım kalkıyor. Güneşe bakıyorum, o bana bakıyor. Telefonumdan google mapsı açıp güzergahıma ve güneşin ne tarafa vuracağını hesaplamaya çalışıyorum çılgınlar gibi. Beni uzaktan gören biri atomu parçalamayı filan düşündüğümü sanabilir ama öyle değil, o konuda biraz malım ben. Eğitim hayatım boyunca bir şeyler öğrenmeyi reddettiğim için algılayamıyorum bazı şeyleri. Bir tek Coğrafya dersine ilgiliydim. O da sanırım hocamızın dağlardaki yamaçları kadın memesine benzettiği içindi, hiç unutmadım o meridyenleri filan, hâlâ aklımdadır. Hocamızda kadındı, bazı zamanlar kendi memesinden örnekler veriyordu. Ama unuttuğu bir şey vardı. O küçük ayrıntı sayesinde.. neyse, konudan çıkıyorum, çıkmayayım.. ne diyodum?
Ha, evet.. her zamanki gibi güneşi yine hesaplayamadım. Yüzüme gözüme neresi olursa gelişigüzel vuruyor. Perişanlıkla bitmişlik arasında bir yerlerde dolanıyorum. Klima bozuk olmasına rağmen ya düzelir ihtimalini göze alarak tüm camları kapattırdı teyzeler. Bütün halk yüzümüze vuracak serinliği bekliyor. Arada bazı teyzeler bir motor ustası gibi yorumlarını dile getiriyor. “Biraz ilerlemesi lazım bunların, motor ısınsın ki soğuk üflesin.” Teyze insanlara verdiği bu umut dolu mesaj sonrası keyifleniyor. Uzun süre sırıtıyor, hatta bazen sırıtma işinin dozunu arttırıp kıkırdıyor. 

Hava sıcak, esmiyor, klima bozuk, trafik var. Daha kötü ne olabilir ki diye düşünüyorum. Düşünmekle hata yaptığımı mideme giren sancı sonrası anlıyorum. Üç, bilemedin dört sefer şom ağzıma küfrediyorum. Sanırım diyare oldum, yani cırcır yani motoru bozdum. Ayy nasıl sıkıştırdı anlatamam, suratımın şekli değişti. Üzerimde beyaz bir kapri var. Onu da yeni aldım, terziye paçadan iki parmak kısaltmak için götürdüm, komple kesip kapri yaptı ve bana verdi. Beni düşünmüş zağar, pişmeyeyim diye öyle yapmış. Altımda süpermanlı baksırım var. Beş yıldır bir hatunla aşna fişna olsam da tam yatakta şov yapacakken “dıt dırı dııııttt süper kahramanın geldi” diye o baksırı gösterecem ayağı giyiyorum. Beş tane aldım, zaten toplasan altı tane donum var. Beş Süpermenli baksırım bir tane de beyaz paçalı donumr. İki sene önce o paçalı donu giydim o zaman bi ekşın yaşadım. Bir türlü pantolunu çıkaramadım, utandım. Sanki paçalı donla sevişmek günahmış, ayıpmış gibi oramı buramı kapattım. Kıza da “olmaz” dedim, “olmaz, kendimi hazır hissetmiyorum.” Beş dakika sonra içimdeki öküz mü dersin ayı mı dersin artık adı ne olursa o azgınlık daha ağır basıp çıkardım. Ben kıza, kız paçalı donuma bakıyor. Peygamber donu da diyorlarmış sonradan kız söyledi. Bunu söylemeden önce bu durumun çok hoşuna gittiğini ve ona göre çok orijinal olduğunu söyledi. Hatta biraz daha ileriye gidip paçalı don giyen erkekler her zaman bir adım önde dedi. O an içimdeki öküz yine içimden çıkmaya çalışan azgın tekeyle boğuştuğu için tamamiyle sonuca odaklanmıştım. Şuan dolabımda üç paçalı don iki Süpermenli baksırım var. Diğer üçünü bir arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak verdim paketletip. Sıfır, orijinal gibiydi. Bende çok orijinal göt vardır, hiçbir şekilde kalıbından çıkartmam giydiğim şeyin. Neyse, konumuz bu değil.

İettnin en arka sol tarafında, yani dörtlü koltuğun oradayım. Yanımda bir teyze, tam karşımdaki koltuklarda da bir teyze ve gelini var. Özellikle toplu taşımalarda teyzeler arası müthiş bir zincirleme bir bağ olduğu kanaatindeyim. Daha yanıma oturalı iki dakika olmadan hangi ara mevsimlik işçiliğin zorluğuna girdiler, hangi ara konu oraya gelecek kadar hızlandı bilmiyorum. Hava sıcak, klimanın çalışmasını bekleyerek geçiyor dakikalar. Bir abinin gözü klimanın deliğinde, parmağını sokup bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sıkıştım. Altıma sıçmak üzereyim. Başlamak bitirmenin yarısı derler. Bir çıkmaya başladı mı beni kimse tutamaz, biliyorum. Çok korkunç şeyler olur burada, önüne geçilemez kimyasal nükleer gibi herkesi perişan ederim, hiroşimaya kadar gider bunun yolu, “dayan” diyorum kendime “dayan oğlum, şunun şurasında yedi durak kaldı.”
İnsan vücudu çok tuhaf, bir yerini sıktın mı başka yerin çıkıyor / uzuyor. Karşımda yaşlı başlı teyzeler varken en olmaz yerim birden uzamaya başlıyor. Allah beni ne etsin! “olamaz” diyorum, “olmamalı, bir şekilde kendime engel olmalıyım.” Yanımda oturan teyze tam çaprazımdaki teyzeye ilkokul öğretmenini anlatıyor. “Bizi zopayla döverdi” diyor, onun çaprazındaki yani benim yanımdaki teyze “o zaman zopayla dövüyorlardı, ak parti zamanında onun da önüne geçtiler” diyor. Konu o kadar daldan dala geçmesine rağmen bir türlü bende ufalma olmuyor.
 Konu Türkiye geleceğine geldiği zaman zincirlemenin tüm halkaları bir olup benim oturduğum yerin orada toplanıyorlar. Tam yedi tane teyze kafası sayıyorum. Tüm gözler benim üzerimde. Altımda Süpermen baksırımla sıçmak üzereyim, ter bastı; esmiyor. Tam karşımdaki teyze elini dizimden iki parmak yukarısına vurarak, “Allah sizlere uzun ömür versin” diyor. “Etme Teyze” diyorum sesli şekilde, ah! İçimden söylemeliydim. “Etme Teyze” dedim tekrardan, “daha yaşınız nedir ki, sizde hâlâ gençsiniz” teyze eliyle biraz daha yaklaşarak bacağıma vuruyor, bu sefer içimden diyorum “etme teyze, az daha yukarıya elin değerse burada kıyamet kopacak, iettnin tüm oval yerlerini benim boşaltım yerime sokacaklar.”
Bir şekilde uzaması tamamlanmış organımı küçültmem gerektiğini düşünüp kötü şeyler aklıma getiriyorum. Mahalleden arkadaşları geçiriyorum zihnimde bir bir.  Üzeyir geldimi aklıma duruyorum, üzerindeki t-shirtini çıkartıp memesine odaklanıyorum. Camuş gibidir Üzeyir, bir sumonunki gibi sarkmış memeye sahiptir. Birkaç denemeden sonra başarısız olduğumu görüyorum. Değişik bir çare deneyip bacak bacak üstüne atıyorum. Aman Allah’ım, atmaz olaydım! Her şey çıktı meydana. Teyzenin el hareketi durdu ama geliniyle benimki göz göze geldi, gelini aşağıya bakıyor, benimki üzgün ve kırılgan şekilde ona. Çek şu bakışlarını çek! İçimdeki süpermeni canlandırmak için çok yanlış zamanda ve yerdeyim. Bacağımı tekrardan indiriyorum, gelini arada göz kararıyla bakıyor. Tam bu sırada çevremde oluşan bu çılgın gıybete kulak veriyorum. Tam o an yüreğime bir su serpiliyor. Gıybet işe yaradı, benimki kendi kabuğuna çekiliyor. Tam beş dakika sonra teyze oralara el atsa da nafile. 


paçalı donum (temsili)
Artık düşünmem gereken tek şey var. O da buradan nasıl kalkacağım…
İşin fiziksel açısından ziyade, kıçımı oynattığım an sıçabilirim. Çok ciddiyim. Colinsten seksen liraya aldığım ve sonradan bir kapriye dönüştürülen Jeansım anında kahverengiye boyanabilir. Bütün toplu taşımayı katledebilirim. Müthiş bir kimyasal silahım şuan ben. Gıybet hoşuma gitmiş olacak ki konunun tam ortasına damlıyorum. “Bende de öyle oldu” diyorum. “Bende de öyle oldu teyze, yavaş yavaş fizik tedavi filan ondan sonra, birden omuzdan yüklenmesin, sana yardım etmemek için kaçmıyor eltin.” Allah’ım bu cümleyi ben nasıl kurdum? Elti kimdi onu bile bilmiyorum. Bir şekilde gıybetin akışı sözcük hazinemi açıp bana doğru yolu gösterdi. Ha siktir, galiba sıçtım. Yok yok, bir yokladı galiba. Geline kaş göz yaparak düğmeye basar mısın diyorum. O hala arada benim aşağıya bakıyor. “Yok be kızım” diyorum bakışlarımla. “Yok be kızım, bir yokladı ve gitti, kendi kabuğuna çekildi o” anlıyor beni, hatta onaylıyor. Bekli de hak veriyor.

Eve geldim. Sülaleyi – ceddi geçtim. Bütün gelecek nesillerimiz de sanki bizde toplanmış. Bir türlü tuvalete giremiyorum. Sıçmam lazım, artık anlayın beni demek çok zormuş, şuan bunu anlayabiliyorum. Öyle bir mimik olmalı ki insanda, sıçması gerektiğini karşısındakilere aktarabilmeli. Ama yok, yüzümde çok değişik bir hal var, beni gören yüzünü ekşitiyor. Sıcaktandır Sıcaktan diyorlar. Kimse çok acil sıçmam gerektiğini bilmiyor. En son çare odamda bu satırları yazıyorum. Sıçarsam da kendi odamda sıçarım en azından. Hazırda paçalı donumu tutuyorum. İnsana güven veriyor paçalı don. Kendi kendine bir yandan gıybet yapıp bir yandan yazıyorum. Konu çok değişirse anlayın ki sıçtım geldim. Ama yok, bir türlü gitmiyorlar. Tüm sülalem hayatı boyunca bu anı bekliyormuş gibi bizim evde sıçıyor. Hava sıcak, esmiyor. Klima zaten çalışıyormuş, mazot gitmesin diye açmamış pezevenk. Onu da sonra anlatırım. Gitmem gerek.   


10 Temmuz 2016 Pazar

Aforizma


“Bu soğuk geceye” dedi, “ne yakışır?”
Kısa bir gülümser gibi oldum. Gülümsemelerin tercümeleri adlı sözlük yazmış gibi “söyle hadi” dedi. Anlamıştı. Neyi anlamadığını bilmiyordu ama bu anlamsız gülümsemenin bir sebebi olduğunu hemen anladı.
“İklimsiz ve mevsimsizdir sevmelerim” dedim. Yazdan kalma bir türküyü anımsar gibi gülümsedi. Gülümsemelerin tercümeleri adlı kitabım yoktu ama ben de anladım yüzündeki bu donuk gülümsemenin sebebini. Uzatmadım.
“Benim seçimim” gibi bir şeyler geveledi. “Senin seçimin” dedim. Cümle ve gece burada bitti. Bitmemesi gereken yerde biten filmler gibi. Sonu başında okuyucuya fısıldanmış roman gibi. Tatlıydı bu bitiş. Biliyordu.
“Tek kelimelik cümleler sence de saçma değil mi?” dedi.
“Saçma” dedim.
Gülümsedi.
Fark ettim.
Giderken “yazdan kalma bir türkü nasıl olur ki?” dedi. Sendeledim. Korktum.
“Zaten cümleye ‘bu soğuk geceye’ diye girince anladım ters giden bir şeylerin olduğunu” dedi.
“Ne gibi” dedim.
“Nefes alamıyoruz, ne soğuğundan bahsediyorsun” dedi.
“Bizim memlekette soba yakıyorlarmış, ne belli belki memleketteyiz” dedim.
“Çok uzadı, okuyucuyu sıkıyorsun” dedi.
“Bitireyim mi bu saçma öyküyü” dedim.
“Bitir” dedi
Bitirdim.

30 Haziran 2016 Perşembe

Anneler anlarmış, annem öyle dedi



Annem telefonda, sesi hüzünlü; “sakalını kısalt oğlum, işid’ci sanırlar, vururlar seni” diyor. “Tamam anne, keseceğim merak etme” diyorum hemen ardından.
Kesmeyeceğimi kendisi de biliyor, ama o anne söylemesi gerek. Ben “tamam” dedikten sonra en azından az da olsa umut ediyor. Sakalımı keseceğimi ve benim işid’ci sayılmayıp vurulmadan duracağımı düşünüyor. Bu hafifliği yalan da olsa ona yaşattığım için seviniyorum.

“Taksime filan da gitme, eylemlerden uzak dur, mitinglere katılma” diyor. Bir şeyleri düşünmek için iki-üç saniye bir sessizliğe bürünüyor. Aklına gelen şeyi unutmamak için bir çırpıda söylüyor cümle yapısı dinlemeden.
“o kara kuru, üzerinde devrim şeyleri olan t-shirtini giyme, pkk’lı sanırlar üzerine bomba atarlar oğlum” diyor.
“merak etme anne, açık renk giyinirim” diyorum. Herhangi bir ses vermese bile sesinin titrediğini telefonun ucundan hissediyorum.
“avm’lerden uzak dur, toplu taşımaya filan binme” diyor. Sıkılıyorum. Ses tonumdan bu sıkkın halimi anlıyor. “Allah def etsin bunları başımızdan” diyor.
“merak etme anne, onlar kendi pimlerini kendileri çekti, bir patlayacak ki sorma” diyorum. Sesi sesimi kesiyor tiz bir nefes sesiyle.
“oğlum niye rahat durmuyorsun” diyor. Durmayacağımı da biliyor. Hem de çok uzun süredir biliyor. Daha onsekizimde omuriliğime o tığ saplandığında, sırf acı çektiğimi görmesin diye acıdan bayıldığımı biliyor. Göğüs kafesime o koca şey girerken göz bebeğimde oluşan kıvılcımın saniye içinde nasıl dünyayı yutabileceğini biliyor.

hoyrat yetiştirilmedim ama öyle büyüdüm. Nedensiz bir kaçış ve nefret vardı çocukluğumdan beri içimde. Kavgaların dövüşün, kaderin sillesini yiyerek geldim bu yaşıma. Biliyorum ki her tokadı yiyişimde benden çok annemin canı yandı, hiç belli etmedi bana üzüntüsünü. Evde o uyuşturucu haplarını yana yakıla aradığımda, ortalığı kırdığımda anladı bende ki çaresizliği. Sadece bir kez, tek bir kez gösterdim ona aciz ve muhtaç yanımı. Kendi evladını ilk kez o zaman öyle görmüştü, eminim. Ha evden kaçtığımda kemerle sabaha kadar dayak yediğim anı saymazsak. Ya da on dört yaşımda kör olana kadar rakı içtiğimde mahallede “ben böyle hayatın anasını sikeyim, hepinizi sikeyim; siktirin gidin lan!” diye anırdığım anı saymazsak.
Öyle süreçlerden geçiyorsun ki, bir süre sonra tozunu yuttuğun sokağa benzemeye başlıyorsun. Aynı onun gibi sıradan, sert ve gaddar; bir o kadar yalnız kalabiliyorsun. Nasıl alıştım bilmiyorum ama ağlamak isteyip ağlayamadığım zaman dudağımın sağ yanını yerim. Bir tek annem bilir sağ alt dudağımdaki o çukuru. Bu durumumu bana söylediğinde o çukura gömmek istedim kendimi. Neden bilmiyorum, kendimi hiç sevdirmedim ona. Hayata karşı ördüğüm duvarlarım o kadar kalındı ki, kendi anneme bile ulaşabilmek için senelerimi verdim ben. Saçımın olduğu zaman dizine yatar saçlarımla oynatırdım. O şekilde uyuyabilirdim bir tek. Hepsi döküldükten sonra uyumayıda bıraktım zaten. Bu durumun farkına varır, dizine yatırır saçıyla oynatır, uyuturur beni. Bazı zamanlar öyle olur ki öyle uyanırım ki tüm vücudum kaskatı kesilir dünya etrafımda döner vaziyette uyanırım. Nerede uyandığımı anlayana kadar yıkarım ortalığı. Bunu bildiği için beni hiç yalnız bırakmaz, nereye gitse götürür. Bu sefer direttim yolladım bir yerlere. Anne olmak böyle bir şey sanırım. Ses tonundan bile anlaşılabiliyor bazı şeyler.

Hiçbir zaman kendimle ilgili bir şeyi konuşamadım onunla. İş güç tamam da, bu sevda işlerini filan hiç konuşamadık. Utandım her zaman bu konuları onunla konuşmaya. Konuyu açtıkça ben kapattım. Senin evladın bir türlü sevemiyor demedim. Ben aslında ona bir çok şey demedim. Bu halimi / tavrımı eminim ki anlayamadı anlam veremedi. Ama bahsedemedim. Koca evren kadar sevdim ama bir türlü diyemedim. Her olumsuz tavrımı kendine pay çıkarırdı hep. “Bizim yüzümüzden” derdi. Ben yine lafı değiştirirdim. İçimdeki bu kinin, nefretin, öfkenin sebebinin onların olduğunu bilmesini istemedim. Kendimi bütün dünyanın kalbini deşecek kadar öfkeyle yoğurduğumu bir türlü söyleyemedim. Sigara içtiğimde çektiğim her nefeste tütünle birlikte eksildiğimi onlara söyleyemedim. Damarlarımdan göz bebeğime kadar vuran o zehri tüm zerremde hissettiğimi, kafamın içindeki sebepsiz uğultuyu, ciğerim patlayana kadar koşmak istediğimi onlara bir türlü söyleyemedim. Onun yerine çok muhteşem bir şey keşfettim. Gülümsemek diyorlarmış buna, onu da sonradan öğrendim. İçimde zangır zangır titreyen sinir sistemime inat sadece suratımda harekete geçireceğim birkaç kas hareketi hepsi bu. Gülmek bu kadar basit aslında..

Huysuzluğumdan mıdır nedir bilmem. Bir şey çok ısrar edildi mi ya da üzerimde çok duruldumu kaçar giderim oradan. Baskı altında hissederim kendimi, nefesim daralır, sıkılırım. O yüzden başlangıçlarım hep çok kuvvetli olur. Bir olaya, konu ne olursa olsun muazzam bir şekilde adapte olurum. Ama sonrası yok, koca bir sıfır.. Ayağımın altından halı çekilmişçesine sert, ama çok çok sert serilirim yere. Toparlayamam kendimi öyle zamanlarda. Uzun süre yuvarlanırım. Belki bir güç, bir kuvvet duysam içimde, köşemde dahi olsa hatta ve hatta en rutubetli yerimde bile olsa, onu oradan ivedilikle çıkartır kendim için kullanırım. Ama yok, öyle bir yardımcı kuvvetim yok. Daha çok çocukken harcadım onları. Tüm hepsini annemi üzmemek için harcadım. Geriye ne kaldı diyecek olursanız Allah belamı versin ki bilmiyorum. Dedim ya, iyi başlangıçların kralıyımdır her zaman. O yüzden hayatından çıktığım kişiler başlangıcı değil de bitişimle hatırlarlar beni. Çünkü fevkalade kaybederim. Öyle böyle değil. Bu kaybedişim hayranlık bile uyandırabilir. Tekerlekli tezgahında mal satan seyyar satıcının o yere serilen ve bir türlü toparlanamayan yanıyım. Her parçam farklı yerlere saçıldı durdu. Şimdi onu toplamaya ne benim gücüm yeter, ne de benden gidenler yine bana gelmeye cesaret eder. Anlayacağınız hiçbir şeye sıfırdan başlanmaz. Çünkü sıfır diye tabir ettiğimiz şey bir karadeliktir. Umut ettiğimiz şeyi alır ve içine çeker. Ve sen kaybolduğunu, yok olduğunu anlayana kadar ömrün biter… Kaybedenlerin birinci kuralı kaybettiğini hiçbir zaman kendine itiraf edememektir. Çünkü itiraf etmek bir kaybetmek değil teslim olmaktır. Hiçbir kaybeden de teslim olmak istemez. Çünkü teslim olmak bir vazgeçiş, yani yeniden başlangıç için bir sebeptir. Buda eşittir cehennemdir…

“Akşam ne yedin, aç mısın” dedi annem. Bu sadece açlık tokluk sorusu değildi. Bu soru içinde dünyanın sorusunu barındırıyordu. İyilik kötülükten tut, aklınıza ne geliyorsa. Bir annenin evladına “aç mısın” sorusunu hiçbir zaman hafife almayın, ya da ne bileyim en azından ben almıyorum.
“Açım anne” dedim. “Ülkeyi yiyip bitirenlere inat açım.”
“Yoğurt mayaladım, dolapta kavanozda. Çiçeğimi sulamayı unutma, gece de pencereleri kapat” dedi.
Bir süre sustum, ama bu süre toplasan ya iki ya üç saniyedir.
“Yeme bakayım dudağını” dedi. O ara gözümden bir yaş süzülüp gitti. Sonraki cümlemde “nereden anladın” diyecektim ki hisseder gibi hafif gülerek çıkıştı;
“anneyim ben anne, anneler her şeyi anlar…”