26 Aralık 2015 Cumartesi

Zamanı Kim Okşayabilir ki ?


Kafam güzel, kafam çok güzel, kafam her şeyden güzel.
Ne içtim, ne içirdiler, ney için içtim bilmiyorum. Tek bildiğim güzel olan her şeyin boka sardığının bir gerçeği. Başım ağrıyor, hem de çok, her şeyden daha çok. Önümdeki camdan aşağıya doğru bir damla ilerliyor yavaşça, dört nala geçen zamana inat ağır ağır süzülüyor. Elimde sahipsiz bir sigara deni. Sahipsiz diyorum çünkü ben sigara içmiyorum. Hangi ara elime takıldı da parmak arama girdi haberim yok. Hissedebiliyorum dışarıya hunharca üflediğim dumanın hammeddesini ciğerimde. Ağzımın içi kaderimin yansıması gibi leş durumda. Kolumda ergenliğimden kalan faça izimin yanında derin bir cam kesiği izi var. Özlendikçe sızlanan burun gibi sızlıyor cam yarası. Bütün özlemlerini içine sindirmiş gibi kabarmış. Bir dokunsam bütün ah’lar bir iltihap görüntüsünde akıp gidecek paçamdan.
Solumda bir sıcak boşluk. Yatağın diğer yüzüne göre fazlaca yıpranmış. Burnumda bir dilberin yanık kokusu. Aklıma takılan, takıldıkça vurduğu yeri deviren birkaç cümle; “Hayatımda ilk kez orospuluğumdan utandım.”
Üç mü beş mi, on beş mi saymadım. Bu cümleyi unutmaya kaç cümle yeter. Hangi örtü örter bıraktığım bu izdeki buz gibi yanığı. Hangi su söndürür ciğerimden kalbime doğru patlayan bu sözcük lavlarını. “Hayatımda ilk kez orospuluğumdan utandım.” Dedi bana.
Kafam güzel, kafam çok güzel, kafam her şeyden güzel.

Yarım saat önce ne içtim bilmiyorum. Bir şey içtim mi onu da bilmiyorum. Meme ucum bir bıçak gibi keskin. Tenimin bütün gözeneklerinden ah’lar fışkırıyor yukarıya doğru. Ellerimde dokunamamanın verdiği hissizlik var. Yüzümü yokluyorum, yok. Sakalım, yatağım, masa üzerindeki sönük izmaritler, hatta avucumun içinde tuttuğum kibritin ateşi. Dokunamamanın verdiği donukluk var ellerimde. Özerkliğini ilan etmek isteyen gerilla gibi çatışıyor muhalefet yanlarımla. Aklımın bir köşesinde, uçuk bir sivilce gibi zonklatıyor her yanımı o altı kelimelik zehir.
Söylenecek son sözü söyleyememiş de kursağında o sözü karıncalanan biri gibi titrek tenim. Bu kadar ürperdiğimi hatırlamıyorum. Belki de soğuk pikenin bir etkisi bu, bilmiyorum. Sağımdaki ufak masanın üzerinde bakışlarımla birlikte dalgalanan üç tane yüzlüğün maviliği boğuyor beni. Öyle bir derya oluyor ki, koca bir okyanusta bir çakıl taşı kadar küçültüyor beni.

Kafam güzel, kafam çok güzel, kafam her şeyden güzel. Yanımdaki dilber diyor bunu. Ağzı bir kasıklarımda bir sigaramda. Hangisinden nefes çekiyor anlamıyorum. Sigara niye içiyorum onu da bilmiyorum. İçimde, iliklerimde, kemiklerimde fokurdayan devrim çığlıkları birden köpürüyor. Devrimin gücü beni kendi spermimde boğuyor. “Konuşmak için fahişe kiralanmaz” diyor. Susuyorum. Bir orospuya susulacak kadar çok susuyorum. Ne bir fazla ne bir az. Bir orospuya ne kadar susulur onu bilmiyorum. Hikayelerini duymak istemiyorum. Beynimin içinde şantiye çalışması var. Bebekler ağlıyor. Ölü çocukların çığlıklarını, vajinasına parmağını ilk kez sokan ergenin ürpertisini yaşıyorum. Tenim kaskatı. Düşünebilmek için gözümü açıyorum. Duvarlar üzerime selektör yapıyor. Işık gören tavşan kadar çaresizim.

Gözlerimi küçük bir not kağıdının kıpırtısıyla açıyorum. Büyük puntoyla yazılmış bir yazı. “Paranı götüne sok, filmlerde olur böyle şeyler, orospu dediğin sikilir” diyor. Hıncını aldığı harflere acıyorum, üzerine bastırarak yazdığı kalem için hüzünleniyorum. Hoş, hüzünlenmek için ölesiye bahaneler de arayan benim ama.. Onun altında küçük bir yazı, tanıdık bir yazı;
“Hayatımda ilk kez orospuluğumdan utandım.”
Sanki yanımdaymış da yazınca görecekmiş gibi bende bir şeyler ekliyorum.

“Hayatımda ikinci kez insanlığımdan utandım.”

20.12.15
Beşiktaş
03:40
"Manitalar gece güzelleşir"

15 Aralık 2015 Salı

Çok Taşak Hareketler Bunlar - Metrobüs Hikayeleri


“Yok hayır yani, ne var götünü ellemişsem” diye çıkışınca bi tuhaf oldum tabi. İnsan zihni çok boktan bir şey, çok saçma işleyişi var. Kendini sürekli siperde tutuyor bir şeylere cevap verebilmek için, tabi bazen bu kadar sürat işe yaramıyor. Düşünmek ile anlamak arasında ince bir çizgi var, o çizginin inceliğini ayırt edene kadar çoktan sırat köprüsünden aşağıya doğru dökülüyor kelimeler.

“Hanımefendi” diye söze başladım beş dakikadan beri kıçımın sağ yanağı ellenmesine rağmen. “Hanımefendi, aynısını ben yapsam burada cümle alem beni sikmişti” dedim. Konuya hanımefendi ile başlayıp, sikmişti ile bitirince metrobüs halkı da bir afalladı tabi, dediğim gibi düşünmekle anlamak arasındaki bağı çözene kadar unutulup gitti. Hatun götümü elleyedursun, etrafta hala kadına hak veren tarafı hiç söylemiyorum bile. Ulan manyak mıyım ben, neden götümü bir kadına elletmek isteyeyim. Eşcinsel olsam gider yakışıklı bir erkeğe elletirim, misal Kenan İmirzalioğlu; sabahtan akşama kadar ellesin anasını satayım, sesimi çıkartırsam namerdim. Ah! Ne diyorum lan ben! Ulan hatun şirazemi kaydırdın.

Metrobüs bu, inemeyeceğim diye ödüm kopuyor bu motorlu tabuttan, aklım çıkıyor. Kadın ördek yavrusu gibi hala arkamda. Hava çok soğuk olmamasına rağmen kalın giyindim, terliyorum. Sağ çaprazımdaki kızla kırküç saniyedir kesişiyoruz. %1 olan beyin kapasitemin 0,90’ını ona ayırdığım için basur kontrolü yaptığını düşündüğüm hatuna odaklanamıyorum. Kulaklıkla takılı metrobüs seyehati her zaman risklidir, hele ki olası duygusal şarkıda karşına ilk çıkan kıza aşık olursun. Çünkü bir kaçış yoludur bu, bir kaçış – haykırış. Bir şekilde uyuşturmak istersin bünyeni metrobüste. Sana en acı veren şeyi düşünmelisin böyle kalabalık durumlarda. 

Elimde beyaz bir kasap poşeti, içinde de bir buçuk kilo koç taşağı var. Her yerde bulunmuyor bu, o yüzden gidip Merter migrostan aldım. Elimde koç taşağı, kıçımın sağ yanağında bir kadın eli, sağ çaprazımda sarışın bir dilber.. Zor durumdayım. Tansiyonum çıkıyor, sendeleniyorum. Gözüm bir yandan koç taşağında. Kokusunu bakışımla kaçırmaya çalışıyorum. Kulaklığımdan gelen ses odaklanmaya çalışıyorum. Ahmet Kaya çalıyor, ‘öyle bir yerdeyim ki’ diyor şarkıda.. O kadar benimsiyorum ki o şarkıyı, gözlerim doluyor. Kızın mabadımı zorlayan işaret parmağı artık dikkatimi dağıtmıyor, “ne olacaksa olsun” diyorum şarkıyla beraber, zevk almaya çalışıyorum. Beynimin kalan kısmını koç taşağını unutmak için harcadığım için o de ihtimal boşa çıktı. Sadece kıza odaklıyım, iki durak var. Hatuna o kadar laf dedim hala elliyor. Etrafıma bakıyorum, kimse oralı değil. Sanki az önce ellenişimi haykıran ben değilmişim gibi herkes telefonunda kendi kraş oynuyor. Canım sıkıldı, az çapraz çevirdim vücudumu, koç taşağını taşıdığım poşet sağ dizime vuruyor, içindeki taşakların ritmini hissedebiliyorum. Sol elimi boşa çıkardım, beni elleyen hatunun götünü arıyorum. Denk getirince elledim. Iyh etti, etini sıktım o da benim götü sıktı. Değişik haz almaya başlayınca ve önümde açılan kapıyı görünce indim aramadan. Şirinevler durağı dönüm noktam oldu. Büyük bir haykırış ve silkinişle metrobüsün arkasından bağırdım. “Durun, poşeti unuttum” diye, yetişemedim. İlerideki güvenliğe söyledim, gülümsedi, bir arkadaşını çağırıp geyiğimi yaptılar. “Beyler konu çok ciddi, bağışıklık sistemini güçlendiriyormuş bu taşak, lütfen taşak geçmeyin o poşetle, arayın bir şey yapın.”

Adamın yüzü birden ciddileşti, dünyanın kaderinin ellerinde olduğunu hissetti sanki bir an. Öyle önemsedi ki o poşeti, gören der ki anasını babasını kestiler herhalde. Aceleyle geldi yanıma, Avcılar Kampüs durağına bırakacaklarmış, oradan alabilirsiniz dedi. Sevinmem gerek normalde ama sevinemedim. Gelen arabaya bindim, boştu bir koltuğa çöktüm. Oturmama rağmen hala elleniyormuşum gibi bir tedirginlik suratımda. Uzaktan biri görse, yüzümdeki o telaşı anlar, eminim. Avcılar durağında indim, güvenliğin birine konuyu izah ettim, anlamadı başka bir yere yönlendirdi, yokuş aşağı bir yere indim. Orada bir güvenlik ‘gel benimle’ dedi, gittim yanına. Arkası dönük bir kız, polisle konuşuyor, kızı bir yerden tanıyorum, tabi ya beni elleyen kız. Ulan dedim kendi kendime, yarım saat elledi beni itoğlu it, ben bir kere değdirdim gitti beni şikayet etti. Tedirgin tedirgin gittim, kız poşeti uzattı, bunu düşürdünüz dedi. Yüzünde sanki ilk kez karşılaşmışız gibi bir yabancılık. Sinirlendim. Açıp kıçımın sağ yanağını göstermek istedim kendisine. Eminim ki parmak izleri hala duruyordur.. ama yapmadım, elindeki koç taşaklarını alıp teşekkür edip gittim. Beni takip eder diye yolun karşısına geçip 76O hatlı iette ye bindim. Sorunsuz, ellenmeden eve vardım. Koç taşağını anneme verdim. “Al anne” dedim, peşine ekledim ‘yemek istemiyorum artık. Bağışıklık sistemim için başka yollara başvurmalıyız. Çekip gittim. Soğumuştum her şeyden ve herkesten. Daha fazla taşak görmek, hatta biriyle taşak geçmek istemiyordum. Taşaklı her şeyi hayatımdan çıkardım o gün. Düşünün, işerken bile klozete oturdum, kendisiyle göz göze gelmedim…

Metrobüs pişmanlıktır…  

3 Aralık 2015 Perşembe

Kısa..Kısa...


Bir of ettim, 
Ah ki ne ettim..
Bir ah ettim of’tan öte
Bir of ettim ki nice âh’lara gebe

Geldim, gördüm, gidiyorum..
Benim elvedam kendime
Kavuşmam ki kim bilir hangi ayrılıklara gebe

Sevdim, sevildim, terk edildim
Kadınlar ki, sere serpe
İnce elleri, hoyrat memeleriyle
Bir rüzgar ki içlerinde,
Kim bilir hangi fırtınalara gebe

t.yazıcı
03.12..

22 Kasım 2015 Pazar

Gece Gökte Yıldızlarda Dinleyin Dertlerimi


Sadece moralinin bozuk olduğu zaman sade soda içerdi Ali. Elindeki şişesinin önündeki reklamını sökmeye çalışıyordu sağ baş parmağıyla. Yanında en az on beş dakikadır oturuyordum, geldiğimi de fark etmiş ama bir şey demiyordu bir türlü. Tuhaf olan bende bir şey demesi için bir telkinde bulunmadım. Öylece oturdum yanına. ‘Sırma’ yazının ‘ma’ kısmını kazımıştı tırnağıyla. “Sır” kısmı adamakıllı belli oluncaya kadar kenarlarını ivedilikle yoldu. Dünyayı kurtaracakmış gibi titizlikte yapıyordu bu işlemi. Bende her şey normal seyrinde gidiyormuş gibi Ali’yi izliyordum. Dudağını büktü, “Sır” dedi bana doğru bakarak. Bir şey demedim. “Sır” dedi yine aynı kararlılıkta. Yine bir şey demeyince bu sır dolu konuşmayı sonlandırıp söze girdi.

“Sana bir sır vereyim mi Tolga” dedi. Sol elimi ‘buyur’ der gibi uzattım, anladı. “Ben bu dünyanın ebesini sikecem. Ebesini sikecem ki dünyayı doğurtmasın, herkes kurtulsun.”
“Bu bir sır değil ki olum” deyip sert çıkışını yumuşatmaya çalıştım, belli ki birine sinirlenmişti yine. “Ciddi söylüyorum” diye diretti. “Öldürmeye kalksam, dünyanın kökünü kurutana kadar bu eylemi sürdüremem değil mi? Kusura bakma aga kurunun yanında yaşta, herkes ölsün.”
“Ne oldu olum” deyip sesimi samimileştirip sırtını ovaladım.
“Amına koyayım” diye başladı cümleye, daha doğrusu başlamaya çalıştı ama devamı gelmedi. Bilemezsiniz o duyguyu. Daha doğrusu bilebilirsiniz niye öyle dedim şimdi bilmiyorum, neyse. Yani ben böyle deyince küfretmiş gibi oluyorum ya, o küfür değil aslında. Amaaan neyse

Elindeki şişeyi fırlattı. Şişe kırıldı, yola saçıldı. “Elimin ayarını sikeyim, dur şunları toplayayım da araç geçerde tekeri patlamasın” dedi. Gözlerim doldu. Hakikaten oturduğum kaldırımda hüngür hüngür ağlayacaktım. Bu geçmişini siktiğimin Ali’si hala nasıl böyle merhabetli oluyor bir türlü çözemedim. Az önce parçaladığı şişeyi gidip topladı ki gelen geçen arabanın tekerlekleri zarar görmesin. O herkesi, hatta Ali’nin ailesi herkese böyle merhametliydi ama kimse göremedi.
Onların yokuş aşağı yuvarlanışları köylerinden kovulmakla başladı. Tunceli’de köylerinden kovuldu gerilla’ya destek veriyorlar diye. Yapma etme komutan nere gideriz dedi de ne oldu. En son siktirin gidini çektiler. Fazla irdelemeyeceğim bunları. Ali zaten İstanbul’da okuduğu için ailesi buraya geldi. Serdar amca bir lastikçiye girdi çalışmaya. Arada Ali’de gidip yardım ediyordu babasına. Attılar sonra Serdar amcayı oradan. Kürt diye. İstememiş çok değerli göçmen mahallesi aralarında kürdü. Pazarlara çıktı sonra, hamallık yaptı ailesine bakabilmek için. Beli sakatlandı yine de yılmadı. En son bir inşaat firmasına girdi bekçilik yapmak için.


“Ne oldu olum” dedim yine, ses tonumdan anladı benimde canımın sıkıldığını. Attı elini sırtıma, yok olum bir şey. “Lan söyle” demeye kalmadan ağlamaya başladı. Yine “amına koyayım” dedi. Son bir dürtüyü bekliyordu benim yaşlarda. “Çıkarmışlar babamı işten” , “ha siktir, yine ne oldu lan” dedim. Yüzünü buruşturdu. “Orospu çocukları babamı çıkarıp onun yerine eğitimli köpek almışlar, daha az masraflıymış” dedi. “Vay amına koyayım” dedim. Sektirmeden aynı hızda tekrardan dedim. Yorulmadım bir daha dedim. Bıkmadım bir sefer daha söyledim. Emin olamadığım için tekrardan, tekrardan, tekrardan. Amına koduğumun dünyasının vajinasına denk getirene kadar koydum. Ciğerim söküldü, o kadar tuhaf oldum ki ağlayamadım. Elimi arkaya yaslayıp yıldızlara baktım. “Çok uzaklar, şunları bir yaklaştıralım Ali’m, bize böylesi reva”

Ateşledi bir cigaralık. Dördüncü nefesten sonra yıldızların arasından parlak, pürüzsüz bir şey çıktı. “Bak Ali’m benimki oraya yetişmez, sen dene dedim.” Kahkahayı bastı. Bir baktık yıldızlar dökülüyor avuç içimize. “Ver bir nefes” dedim. Verdi.. Bir nefes daha.. Çoban yıldızına anca yetişti. Başaramadım, koyamadım.

12 Kasım 2015 Perşembe

Demedim mi Haydar, bu İstanbul yakar adamı..

Kolumdan tutup çekti, “abi beş liran var mı karnım aç” dedi elindeki beze döktüğü tineri çekerken. Gayriihtiyari “yok olum” dedim, “çekme şu zıkkımı yazık değil mi?”
Anlayamadı beni, zaten anlamasını da beklemedim. Hoş bizler anlıyoruz ya da anlamaya çalışıyoruz da ne oluyor? Bizler de deliyiz, o balici tinerci diye nitelendirdiklerimiz de deli. Her şeyin bir kırılma – kopma noktası var. Kim bilir hangi süreçlerden geçilir de o sürece gelinir diye düşündüm bir yandan.
“Abi beş lira ver çorba parası” dedi yine. Bu sefer ciddi ciddi ikna etmek için yüzüne baktım. Yüzüne baktığım an sol elinde tutup kokladığı bez kadar kirlendi yüreğim. Burak’tı bu, çocukluğumda bıkmadan usanmadan beni ultraslan tayfasına dövdürten kişi.
Ne yapacağımı bilemedim, bi kötü oldum. Onun olduğundan emin olmak için suratının bütün ayrıntılarını inceledim zira yüzü gözü kapkara olmuştu kirden. Tanıdığım Burak çevikti, devamlı gülümserdi piç piç etrafa. Saçı devamlı jöleli olurdu. Emin olabilmek, daha doğrusu en azından bir saçlı görebilmek için kafasındaki yarısı yırtık kepi çıkardım?
“napiyosun be abi bırak, iyi ki bir beş lira istedim” dedi.
“lan dallama, benim ben Tolga; Küçük Çekmece’den, tanıyamadın mı?”
Göz bebekleri sesime doğru hareketlendi, karşısında bir insanın olduğunu biliyordu ama insanı insan yapan dış suretine odaklanabilmek için kafasını bir türlü toplayamıyordu. Gözleri uzun uğraşların sonucunda gözlerime takıldı, suratı mahçup bir hal aldı. Beni tanıdığını zannedip niyeyse teselli mahiyetinde başımı sallayıp gülümsedim. 

“abi, beş lira ver karnım çok aç” dedi yine.
“Burak senin geçmişini sikeyim, sik var çekiyorsun bunu, ne yapmışsın lan kendine” dedim.
Ağzını hafif araladı, yaklaşık yedi sekiz saniye açık kaldı ağzı. Yine para isteyeceğini düşündüm. “Bitirdiler beni, harcadılar abi” dedi. Tanıyamadı beni, tanıyamayacaktı da ama ben tanıdım. Sol koluna vurduğum döner bıçağının izi ilk günkü tazeliği gibi duruyordu hala.
“Geç otur şuraya” dedim az ilerideki çimenliği göstererek. Çimenliğe oturdu, yanına çöktüm. Beklediğim taksim arabası geçmişti, bir sonrakine on beş dakika var nasıl olsa deyip Burak’la konuşmaya başladım.

“Bitirdiler abii beni” dedi yine. Lafı bittikten sonra mont cebinden bir hap çıkartıp ağzına attı. “Bitirdiler abii beni” dedi yine, akabinde bir hap daha. Bunu üç kez daha tekrarladı.
“Hep siz çektiniz amına koyayım” dedim. Cümlemdeki “çektiniz” kelimesi ona başka bir şeyler hatırlattığı için eline sımsıkı sardığı bezi bana doğru uzattı. Burundan bir fırt çektim, genzim yandı ama tinerin etkisi çoktan geçmişti. “Ne oldu lan sizlere, her biriniz ayrı dağıldınız. Kiminiz torbacı, kiminiz mapusta, kiminiz keş oldunuz. Garip olan ben miyim bok var içiyorsunuz, ne hapı o ne atıyon olum beş dakikadır ağzına” dedim. Bir tane çıkardı gösterdi bana. “Ver lan dedim” verdi, o sinirle hapı attım ağzıma, yuttuğumu anladığım an psikolojik olarak bir şey oldu bana, gaza geldim. Kaybettiğini düşünüp kendini heba edenlere sinirlendim. Kaybetmenin ne olduğunu bilmeden kaybettiklerini düşünenler için attım ağzıma o hapı. Benden gördü, bir tane daha attı. “Ulan it oğlu it, ölecen” dedim. Çıkardı bir tane daha bana, bir tane daha salladım ağzıma. “Al, ne oldu sıkıntım derdim bittimi bu hapı atınca?” Tinerli bezi uzattı, bu sefer ağzımdan burnumdan çektim. Hafif titretti. “Abi dedi, bitirdiler beni.”

“sikerim abini pezevenk” dedim. “artistliğinden geçilmiyordu semtte, az kovalamadınız beni.” Gülümsedim o an, harbiden de dünyanın en mutlu insanı oldum bir anda. Bana doğru baktı, yüzüme baktığımda gözlerindeki korkuyu gördüm. “Beş lira ver abi ölecem” dedi. Cebimden gelişi güzel çıkardım, on iki lira verdim. Az önce yüzümde oluşan gülümsemenin yansımasını onun yüzünde gördüm. Yüz metre ileride durağın arkasındaki bisikletli birinden tiner aldı. Tinerin de kaçağı varmış amına koyayım. Kapağını açıp kokladı. “Bitirdiler abiiiiii” diye bağırdı. “Geçmişini sikeyim Burak” dedim tekrardan. Eline rastgele bocaladığı bezi verdi. Bu seferki çekişim iflahımı sikti. Midem bulandı, kusacak gibi oldum. Aklıma mideye yuvarladığım hap geldi. Kutusunu gördüğüm hapı çıkardım montunun cebinden. “Bu ne lan” diyerek sesli düşündüm. Burak tinere odaklanmıştı. Az önce mideye yuvarladığım hap mide hapı, adı metpamid, mide bulantısına iyi gelir arada kullanırım. Şaşırdım. Şaşkınlığımı anladı, “tinerle çekince extasy kafası yapıyor abi” dedi. 
Vay amına koyayım dedim yine, hüznü ve şaşkınlığı aynı anda yaşadım. 5 liraya 200 liralık kafa yaşıyorlarmış meğerse. Attığım hapın fos çıkmasına bir yandan da sevindim. Bu ani çıkışlarım yüzünden zaten bir gün müptezel olacağım. Bir keresinde de bizim orada Atatürk parkında, 12-13 yaşındaki çocuklara fırçaya atarken bonzai çekmiştim. Bir bokta olmamıştı. On liraya kimyasal ve iki dal sigara. Buradaki çocuklar neden bu kadar ucuza gidiyor anlamıyorum. Yanlış anlamayın, ellerinde kokoin çekme imkanı olsa çekmezler, buradakilerin yoksulluk ruhlarına işlemiş. Hep bir derbeder, hep bir uçuş havası. Doksanların sonlarına doğru ergenlikte olanlar kötü nesildi, sokak kültürü son demlerini yaşarken o dönem çocuklarının çoğunun ciğerini deşti. Kimisi müptezel oldu, kimisi katil. Kaldıramayacakları yükleri bindirdiler omuzlarına. Şarkıda da diyor ya, “bizim de boyumuzu aştı bu şehir, yerlere serildik madara olduk..”

08.11.2015

Taksim öncesi..

8 Kasım 2015 Pazar

Bolca Kızıl İçerikli Şiir


Saklı bahçelere benzettim yüzünü
Komşu teyzelerin günü geçmiş umutlarının arasında aradım
Dalından koparılıp yenmeyi bekleyen taze,
Diriydi ellerin.
Ellerini tuttuğun yerde yeşeriyordu mevsimler.
Bir ad aradım, bir san
Saçının rengi ki militan,
Özerkliğine kavuşmak için can pare
Boynun kızıl;
Gri bir yansımayı delip geçmiş tüm saç tellerin
Kaç renkten geçmiş,
Kaç rengi delip geçmiş
Bütün suların mavisinin buharından mı türemiş
Hangi kuzunun yemlendiği o masum yeşili almışta,
Bütün aşklara ilham veren o renkten; kırmızıdan koşa gelmiş,
Kızıl dedim, kızıl.
Mayhoş akşamların,
Mavinin canını alıp yansıyan;
Yakamoza şapka çıkartan
Hangi güzelliklerle çatışıp gelmiş.

Kızıl dedim, kızıl.
Cumbalı sokakların
Köşe başlarındaki o masum,
Cenabet türemiş delikanlılar kadar
Fırfır yüreğim.
Adına abdestliyim
Ağzım burnum şahittir ki
Yenilmedim.
Adın dedim, adın
Yedi bölgenin ezgisini mırıldayan
Gecenin siyahını koynunda taşıyan
Ve bir anne sütü kadar kıymetliyken sevmelerim
Cami avlusuna bırakılan bir vesveseydi son dileğim;
Adın; kızıl.

t.yazıcı
08.11.2015

Taksim Hatırası..

1 Kasım 2015 Pazar

İp Attım Ucu Kaldı Tarakta Gücü Kaldı

“Olum manyakmısın, ne işin var burada” dedi Tuğba elindeki beyaz şalı omzuna atarken”
Onunla karşılaşacağımızı, daha doğrusu böyle yüz yüze gelip bakışacağımızı düşünmediğim için bocaladım. Halbuki tam takı zamanının gelmesini beklemiş, hem olası karşılaşmadan hem de beni tanıyan akrabalarından biraz olsun sıyrılmak istemiştim. Tabi ki her şeye olduğu gibi buna da geç kalmıştım.
“Ne var kızım seni görmeye geldim” dedim gözlerimi ondan kaçırarak. Gözlerine bakmaya dayanamadığını bildiği için inadıma yaklaşıyordu bana doğru. Birden kokusu vurdu ciğerime. Zalımın kızı, kokusu hiç değişmiyor. Bu parfümü de ben hediye etmiştim ona, çok beğenmiş ve kullanmaya başlamıştı devamlı.

İnsan bir şey demek ister de bir türlü diyemez, hani böyle hem komik hem trajikomik bir durum olurda onu anlatamaz ya (bilmem surat ifadesini anlatabildim mi) aynı öyle bir surat ifadesiyle çıkıştı:
“Tolga bilmiyorum farkında mısın ama eski sevgilinin düğününe geliyorsun. Hangimiz bunu normal karşılar ki? Sen yalan söylemeyi beceremezsin, söyle bakayım bir diyeceğin mi var. Lan yoksa bu nikah kıyılamaz geyiğine mi düşeceksin (burada akrabalarından biriyle selamlaştı, hazır bana bakmıyorken baktım) ha ne diyordum. Hayırdır?”
Tokalaşmadan sonra ona dikine dikine baktığımı görünce, her zaman yaptığı gibi sol alt dudağını yedi, “tamam tamam yemeyeceğim” dedi. Kızdığımı biliyordu tırnaklarını ve dudaklarını sürekli yediği için. Bakışlarımı biraz olsun yaklaştırdım gözlerine doğru. Sanırım sağ yanağına bakıyordum. Bir yandan da kamçılıyordum kendimi gözlerine doğru bakabilmek için ama yok, nafile. Aniden karşılaşmanın verdiği heyecan ve korkunun yüzünden bir türlü gözlerine bakamıyordum. Ya da ne bileyim. Sanırım sanıldığı kadar güçlü biri değilim, en azından bunu kendime söyleyebiliyorum.

“Yazmam lazım Tuğba” dedim suratımı ciddileştirip bakışlarımı elmacık kemiklerine kadar çıkaracak şekilde. Kararlı şekilde söylediğimi görünce söylediğim şeyin ciddiyetinin nasıl olabileceğini düşündü, ne demek yani yazmam lazım?
“Nasıl” dedi fonda çalmaya başlayan Mustafa Cecili’nin demode şarkısı eşliğinde.
“Çok uzun zamandır kendimi zorluyorum ama olmuyor. Hakikatli bir şeyler yazmam için acı çekmem lazım, hepsi bu” dedim. Yüzü on saniye içinde öyle haller aldı ki, bir kez daha kendimden nefret ettim. Bir kez daha nefret etmenin verdiği o iğrenç hazzı yaşadım.
“Sen ne manyak adamsın lan, hiç adam olmayacak mısın oğlum. Neyin kafasını yaşıyorsun senelerdir. Vampir misin amına koyayım, kanla mı besleniyorsun. Hoşuna mı gidiyor bana acı çektirmek.” Dedi. “Çektirmek” kelimesini tamamlamadan yarıda kestirdim. “Karşılaşacağımızı düşünmedim, benim hatam. Takı sırasında gelecektim sözde, o sıra gözün altınlarda filan olacağından bolca hüzün depolardım” dedim.
“Beni sen terk ettin hıyar herif, neyin hüznünü yaşayacaksın.”
“Ne bileyim kızım, ne yapayım benim olayımda bu.”
“Bir kere mutlu olmayı denesen, belki becerirsin” dedi. Gözlerim hala elmacık kemiğinin orada (lan bu gözün altında ki kemik elmacık kemiği dimi? Oraya baktım da) olmasına rağmen anlayabiliyorum mimiklerini.
“Haklısın” dedim, “benim hayatıma giren herkes haklı, bilirsin. Asla aksini söylemem.”

“Nasıl yazacaksın peki, bu konuşmaları aklında tutabilir misin?” dedi. Bu sırada biri yanına gelip kulağına bir şeyler söyleyip gitti, ileriye doğru bir adım attı belli ki gidecekti. Sağ montumun cebinden telefonu çıkartıp ses kaydediciyi gösterdim. Tam 6 dakika 25 saniyedir konuşuyorduk kaydediciyi gösterdiğimizde.
“Sen manyaklık konusunda aşmışsın” diyecekti. Sesi titredi, kötü bir ses tonuydu bu, hissettim. Göz bebeğim göz bebeğiyle kavuştu. Onunla ilk tanışmamız, ilk flörtümüz de böyle başlamıştı. Tek bir bakış atarak almıştım aklını (hehehe yalandan kim ölmüş)
Gözlerine iyice bakınca gördüm benim hakikaten orada olmadığımı. Suretimi taşıyan göz bebekleri genelde hüzün kokar, göz bebeği kokar kokumun kokusuna karıştığı kadınların(çok iddialı oldu ama o kadar değil %30 unu düşün) yine de gözleri dolu doluydu. Bir keresinde “hakikaten aradığım adamsın lan davar” demişti bana. Cümlesini tamamladıktan sonra cep telefonundan Orhan Veli Kanık’ın ‘öyle bir zamanda gel ki’ şiirini dinletmişti. En derinimde yetiştirdiğim ve küflenmeye yüz tutan hüzünlü kelimelerimi sunmuştum ona. Sanırım orada kaybetmiştim. Ne yapsam bir hüzün, bir fluydu benim hayatım. Bir türlü netleştiremedim kendimi, sevgimi. Çok denedim. Allah belamı versin ki çok denedim ama beceremedim.

Dudağını yemeye başladı tekrardan, kafamı hafif sağa yatırıp bakışlarımla “yeme” dedim, anladı bıraktı. Söylenecek sözlerin tükendiğini ikimizde anladık, tam ayrılmak üzereyken Ankara’nın havası çalmaya başladı. Ulan dedim içimden, tam da havasıydı halbu ki, burada bir romantik bir şarkı patlasa, ayaküstü iki tane roman yazarım, ama olmadı çalan ankaranın bağlarıydı.
“Nasıl yardımcı olabildim mi sana Tolga bey” dedi alaycı bir tavırla, “yazabilecek misin”
“bilmem” dercesine dudağımı büktüm. Bi kötü oldum, kulağımın dış cephesinde ankaranın bağlarının müziği vardı ama içinde sözleri yankılandı durdu;
“İp attım ucu kaldı,
 tarakta gucü kaldı
Ben sevdim eller aldı
Yürekte acı kaldı
Ben sevdim eller aldı
Acısı bana kaldı”
Böyle bir ritimde bile bu sözlere odaklanabildiğime göre hâlâ manyaksın oğlum dedim kendi kendime, sen bitmişsin, girmiş göte dedim. Niye bilmiyorum gözlerim doldu. Mustafa Cecili’miydi beni etkileyen bilmiyorum. Ankaranın bağları hayatımda duyduğum en duygusal müzikti o’an benim için. Ulan nasılsa o sözler gözlerimin önüne geliyordu film şeridi gibi. “Ben gidiyorum” dedi. “İzin verirsen kendi düğünümde oynayacağım.”
“Hoşça kal demek için ağzımı araladım ama sanırım ip attım ucu kaldı çıktı ağzımdan” ya da bilmiyorum. Diktim gözlerimi kömür karası gözlerine. Hiçbir şey hissetmemenin verdiği sertlikte attım adımımı geriye doğru. Hiçbir şey hissedemiyordum ben. Hiçbir şey. Hiç kimseye. Hiçbir şey.


Arkasından seslendim;
“akşam gir benim bloğa yazacam bunları, ismini değiştiricem merak etme.” Döndü bana doğru. Ses tonumu biraz yükselterek “yeme amaaaa” dedim a yı uzatarak. Anladı, dudağını dişlemeyi bıraktı. Devam etti, atabarı oynuyorlardı. Halay başının iki soluna geçti. Üç sağa bir sola kuralına uydu. 

28 Ekim 2015 Çarşamba

#TakipEdeniTakipEderim



Zamanında Manga grubunun bir parçası vardı, söze bu parçanın anlamı ve aslında verdiği net mesajla girmek istiyorum. Giderek köleleşiyoruz fark ediyor musunuz. Giderek bir şeylere bağımlı oluyoruz. Aynaya baktığımızda belki daha çok şeyler kattığımızı düşünüyoruz kendimize ama halbuki her şeyden bir tutam kata kata kendimize hiçbir şeyi tamamlayamadığımızı bir türlü göremiyoruz.

İşte birbirinin yüzüne gülümseyip arkasından gıybetin dibine vuran tipler, sokakta birbirine donuk anlamsız bakan göz temasları, selamlaşmalar. Topluluk içine girdin mi herkesin elinde bir akıllı telefon. Kim kiminle ne yapmış o onu yalamış bu bunu yutmuş, bu şu tiviti atmış, şu lavuk şu hatunu sikmiş, şunun şu kadar parası varmış bla bla bla...

Çok korkunç bir nesil türüyor. Sadece sosyal medya aracılağıyla nefes alabilen, sadece onlar sayesinde konuşabilen fakat yüz yüze gelince ağzını açıp tek kelime edemeyen, silip donuk sevimsiz bir nesil geliyor. Yeni nesilden kastım şimdilerin yirmili yaşları.. Öncesi zaten felaket.

Öyle bir zamandayız ki ölümlere alışıyoruz. Göz göre göre düzülürken inançlarımız, birileri ceplerine paraları indiriyor, oğullarına gemicik alıyor, on sene çalışınca anca elimize geçecek parayla birilerine rüşvet niyetine hediyeler alıyor. Bizler ayın sonunu nasıl getireceğiz diye oradan buradan kısayım derken tamamen kaybolurken birileri buzlu bademleri götüne sokuyor.

Dediğim gibi herkes kendi derdinde. Zaman geçiyor, hemde çok hızlı. Hüznümüzün tadı bile değişti. Önceden çok sert ve değişik haz alırdım hüzünden.Yok şimdi yok, ne şarkılarda var o tat ne de etini dişlediğim kadınlarda. İlk seviştiğim kadınla sonuncusu arasındaki uçurum, belkide yedi bölgeyi yedi şehri tek tek adımlarla gezecek kadar çok. O diri ve benim parçam olan, ergenlikte "ateş ediyooor emuğa koyim" diye sık sık ele alarak oraya buraya sıçrattığım etim şimdi sonradan eklenmiş gibi. Sadece penisimi kastetmiyorum. Beynim, kalbimde öyle. Sanki bir et parçası olarak dünyaya gelmiş ve sonradan organlarım teker teker eklenmiş gibi. Son kullanma tarihim geçmiş olacak ki tek tek hepsi gitti. Hayır, öyle bakmayın. Hâlâ ele avuca geliyor, yok be oğlum öyle bakma her ikisi de.

Yazarak çoğalacağım derken yazarak eksilmeye başladım. Büyük puntoyla ve kalın en bold'undan yazılmış gibi eksildi tonerim. Buralara uğrayamadık, eksildik dedik tamamlamak için aradık durduk.
Velhasıl, başlığa geleceğim. En başa dönüyorum, dedim ya robotlaştık diye. Sanırım buralar da oralardanmış. Panelden istatistiklere bakınca görüyorum. Bir "hey" demeden, hey sesi gelmiyor anlaşılan sizlerden. Sadece sesiniz değil ayak sesinizi de duyamıyorum. Arada bir kaçınız olmasa demek ki anca çürüyünce anlayacaksınız yok olduğumu.
Neyse, gidin de tivitırınıza bakın. Belki layk almışsınızdır.
muck.

23 Ekim 2015 Cuma

Yağmur..Yağmur..Yağmur.. Geri Verecek mi Zikilen Hikayelerimizi


Büyük kalabalıklaşıyoruz, kalabalıklaştıkça kabalaşıyoruz, kabalaştıkça büyüyoruz. Sıkıştık kaldık lan arada. Sağımız solumuz, önümüz arkamız aşılmaz duvarlarla çevrili. Kendimize ulaşamadan başkasının bizlere ulaşmasını, yaklaşmasını bekliyoruz. Türküde de diyor ya; bir fırtına tuttu bizi deryaya kardı..

Kim ulan bu rüzgar.. Hangi rüzgarın darbesiyle ters döndü hayatımızın şemsiyesi. Hangi rüzgarın yüzünden alıyoruz tepemize damla damla acıları. Hangi rüzgar yüzünden kaçıyoruz dört nala böyle acılardan. Hangi rüzgar kaydırdı ayağımızı da acılar deryasına düştük. Hangi rüzgar yüzünden boğulduk, hangi rüzgar yüzünden sırılsıklam düzüldük!

Ne tuhaf, acıyı acıyla kapamaya çalışıyoruz. Bir acıyı unutmak için üzerine başka bir acı ekliyoruz. Parladık, pırıl pırıl olduk. Pür pak acılarla dolup taştı her yanımız. Derin bir nefes, bir sessizlik desen yok; şehrin korkunç gürültüsü. Bedenimizi bir yere taşısak? Yok! Kafamızın o korkunç gürültüsü susar mı ki.. Susmuyor.. Susmayacak, amına koyayım!

Sus, susun, susun artık, susmalısın, susmalıyız. Lan yeter, yetti...
Siktiğimin düzeni. Siktiğimin harf topluluğu. Ne kadar da karışık ve saçma yazıyorum. Yazamıyorum. Hissizleştirdiniz beni, hissizleştim, hissizleştik. Ne yeniden sevdalanacak kadar filiz taşıyorum yüreğimde ne de bir acıyı devirecek kadar güç var bileğimde. Nakavt dedim, büyük âh çektim, domatesi kabuğuyla yedim, ruhum zonkluyor dedim. Duymadınız mı beni? Sert.. çok sert bir rüzgar verin. Alabora oldum, düzelemiyorum. Şemsiyem ters döndü, o şemsiye çoktan götüme girdi, açamıyorum...

15 Ekim 2015 Perşembe

Büyük Âh'lar Coğrafyası


ne yazsam ne yaşasam bir pişmanlık
karaya vuruyor (ta) içimin karanlık yerinden vazgeçmişlikler
sular ısınıyor.. buharlaşıyor
yalnızlığımın nemi yine benimle kalıyor
bakışlar buğulu, yapış yapış
iğreti bir tebessüm gamzesiz yanaklarımda
paçalar sıvalı,
bir işçi ayakkabısı kadar yorgun adımlarım
derdimi paspaslayacak,
neşemi cilalayacak kimse yok (kimse yok)
ardı sıra dizilmiş yazgımız bütün mümkünlerin köşesinde (öyle diyorlar)
elimde garip bir hüzün.
Dökmemek için bakmıyorum ona (çay değil miydi o?)
Üzerime dökülüyor bütün keşkeler
Üzerime döküldü bütün keşkeler
Üzerimde bütün keşkeler
Bütün keşkeler..
Âh keşke..
Keşke…

t.yazıcı
15.10.15

6 Ekim 2015 Salı

Haydi Şampiyon! Şimdi Sırası Değil!

Amansız rakibi karşısında zorlandığı göz bebeğinin ferine düşen gölgeden anlaşılıyordu adamın. Olanca gücüyle siper aldı, hayati yerlerini korumaya çalışıyordu ama yenildiği aldığı her darbede dizlerinin biraz daha çökmesiyle anlaşılıyordu. Yine de hiçbir şey olmamış gibi karşısında kendisine zorla “peeess” dedirtmeye çalışan darbelere yenilmediğini göstermek istiyordu. “Bu son” diyordu her darbeden sonra, “bu son, bitecek; biliyorum o da yorulacak ve artık darbe üstüne darbe atmaktan vazgeçecek.”

Durmuyordu, durmayacağını da biliyordu adam. Yine de umut denilen o dört harflik ütopyayı kısa sürelide olsa canlandırmak istiyordu. Bir sefer, çok kısa sürelide olsa yere yığıldı adam, kalkmayı denedi, sendeledi. Yüz üstü yatıyordu, solmuştu artık yüzü. Durmuştu sadece çene kasını çalıştırmak için kullandığı tebessüm ifadesi. Gülmüyordu bu sefer, nabzı tavan yapıyor nefes alış verişi giderek azalıyordu. Sayıyordu hakem,  10-9-8-7.. güçsüz düşen kollarıyla bir hamle yapmak istedi, beceremedi.. 6..5..4 bir ses duydu, sesler. Kafasını çevirdiğinde hala ona doğru gülebilen birilerini gördü; başarabilirsin, hadi, sen bu değilsin seslerini işitti. Hakem iki dedikten bir saniye sonra kalktı, yani son anda, son nefeste. Rakibi hafifte olsa sinirlenmişti, darbelerini daha hızlı indirdi. Bir kuralı hatırladı adam; hayatına benzettiği “iki ters bir düz” teriminin ne kadar doğru olduğunu düşündü. Gerçekten kaybedebilmek için o beyaz havlunun ringe atılması gerektiğini düşündü. Kenardaki hocası ona hala ‘hadii, başarabilirsin’ gibisinden şeyler söylerken adam rakibinin sağlı sollu darbeleriyle iyice kendinden geçiyordu. “Tamam” dedi bu sefer sesli bir şekilde. “Tamam artık, bırakıyorum; yoruldum.. pes demeyeceğim, kaybetmenin de bir onuru var, doğrudan yere serileceğim, bir leş gibi.. tiksinerek bakacaklar bana ama yenildi demeyecekler.”

Düştü adam. “Düşüşün de heybetlisi varmış” diye sesini yükseltti maçın spikeri. Seyirciler ayakta alkışlayarak karşıladı bu yenilişi. Büyük kaybetmişti adam, kaybetmenin bile korkunç yanını gözler önüne seriyordu. Kimi seyirciler bu anı ölümsüzleştirecek fotoğraflar bile çekinmeye başlamışlardı kendi aralarında. Adam son olarak kendisine inanan gözlerle baktığını düşündüğü bir çift göz aradı ama bulamadı. Yenilmenin en has koşuluydu sanırım bu. Kaybetmekten ziyade yenilmek terimi biraz daha ağır basıyordu yok olmak için. Yok olmuştu bu adam, yok.. bir saniye sayın seyirciler adam birden dirildi, şuan tüm seyircilere susun işareti yapıyor, sanırım bir şeyler diyecek;
“Çok darbe aldım, çok mücadele ettim. İstirham ediyorum, nakavt oldu demeyin. Nakavt oldu demeyin. Yenildi deyin ama nakavt oldu demeyin. Kaybetti deyin ama nakavt oldu demeyin. Çok direndi deyin ama nakavt oldu demeyin. Çok yıprandı deyim ama nakavt oldu demeyin. Çok.. çok.. ç..”
Evet sayın seyirciler, adam bütün heybetiyle yıkıldı. Veee evet, kararı açıklamak için Tanrı sahaya iniyor. Bütün gözler Tanrının üzerinde.. Etrafta büyük sessizlik ve karar açıklanıyor;

“NAKAVT”

21 Eylül 2015 Pazartesi

Teşhis; Ruh Zonklaması

Damla damla.. damla damla.. akıyor, yağmalıyor, yıkıyor, zehirliyor, kusuyor. Damla damla.. damla damla.. yakıyor, köreltiyor, acıtıyor. Damla damla.. damla damla.. damla damla.. geçiyor, eskitiyor, savuruyor. Uh! Nefes almadın mı? Uh! Bir ses duydum! Uh bana bir şey kalmadı, bari nokta koyayım. Aaa şimdi anladım. Aaa şimdi gördüm. Aaa bende diyorum bu ne diyor. Çok mu karışık oldu sence? Bence çok karışık oldu? Karışık oldu çok bence. Tamam tamam, eskitiyorum. Tamam tamam, azaltıyorum. 

Yok, şok bitti. Hayır, bitemez! Sen kimsin? Kelimeler! Şart mı? Neye göre! Gidiyorum.. kime göre?
Damla damla.. hayda! Yok, bu o değil. Ama yan yana? Kes şu soru kipini. Şart mı? Yine geldi, bu nasıl! Sert, çok sert. Virgül yumuşattı, daha iyiyim. Başlayabilir miyiz? Olmuyor, tekrarlayacağım. Pekâlâ. 

Damla damla.. hayda! Tamam şimdi hafifti. Zehirliyordu ki sesimi duydun. Daha az yazsın diye kısmıştım. Saçmalama! Karıştırıyorsun. Bu o değil. Kanın akıyor, sen tütün sarıyorsun. Öyle demediler mi? İkinci paragrafı tekrar oku. Tamam. Şok bitmiş, damlalar göğe erişmiş, yıldızlar leylak topluyor. Çok karışık oldu bu, kimse anlamaz. İşte bu, doğru kelime; “anlamaz” anlamıyorlar – anlamayacaklar – anlamamalılar – anlayamayacaklar – anlaşılmayacaklar – anlatamayacaklar – atacaklar – atsınlar – atın – dur, dur, dur, dur. Tamam, duracağım yeri belleyemiyorum. Çok damlattılar. Acıta acıta oluyor sonraları bu. Bir neşter var içimde her gün biraz daha büyüyen ve keskinleşen. Nefesim kanıyor, durduramıyorum. Acilen şok aletine ihtiyacım var. Haydi ama, bir cümlelik daha mecalim kalmadı, şimdi çıkmayacaksan ne zaman çıkacaksın. Kanıyorum. Arıyorum. Sanıyorum. Cümlelerim kısalıyor, neredesin! Ah, durdu sanırım. İki ucu keskin bir neştere gebeyim. İçimdeki nefret tohumlarını yok etmek için yutmuştum. Yalan atıyor hakim bey! Hey, mübaşir, at bunu çabuk kelimelerin arasından. Atamam, satamam, katamam. Üzgünüm. Hangimiz? Kanıyor yaram, görmüyor musun. Hakim bey, saçmalıyor, kanayan yarası değil kendisi; lütfen sanığa bir kan olduğunu söylermisiniz. Sen zaten bir kansın, oluk oluk akıttığın şey nefretin. Bu kadar nefreti barındırmak senin lanetin. Kurtulu…. Hayır hakim bey, cümlesini tamamlattıramam. Kurtuluş semtinde oturup kurtuluş apartmanının balkonundan ayak sallandırmak gibi bir şey bu. Bakın, ne kadar saçmaladım. 

Durun, siz kimsiniz hangi ara çıktınız. Hakim, mübaşir; kan! Gül, diken. Hey! İpucu verme. Bilmem anlatabiliyor muyum? Seviyorum diyor hakim bey duyuyor musun, ağlıyorum diyor peşine görüyor musun? Bir yerden çıkaracağım bunu. Ben kimdim? Nefret mi? Değil! Kimdim ben, yine mi arayış, yine mi kaçış, yine mi haykırış. Değişmiyor hakim bey, değişmeyecek. Çok saçma bir romana dönecek bu yazı. Noktalama işaretlerini geri çekip anlamsızlaştıracağım her şeyi; kendim gibi. Bir hiçim ben, hiçliği bile yok edecek kadar bir hiç. Gidiyorum, sabahları kayısı kurusu eşliğinde sıcak su içip şu neşteri sıçmalıyım. Ruhumu ele veriyorum, lütfen onu saklayın. Tok karnına pek huysuzdur aldırmayın. Sevmedim bunları. Bende. Ne yapalım o zaman? Bilmiyorum. 

Damla damla.. damla damla.. akıyor, yağmalıyor, yıkıyor, zehirliyor, kusuyor. Damla damla.. damla damla.. yakıyor, köreltiyor, acıtıyor. Damla damla.. damla damla.. damla damla.. geçiyor, eskitiyor, savuruyor. Ah! Nefes aldım Ah! Bir ses duyamıyorum! Ah her şey bana kaldı, bari bir virgül koyayım. Aaa şimdi anladım. Aaa şimdi gördüm. Aaa bende diyorum bu ne diyor. Çok mu karıştım ben kendimle? Bence çok karışık oldu? Karışık oldu çok bence. Tamam tamam, eskitiyorum. Tamam tamam, azaltıyorum.  Tamam, artık bitti.m.


14 Eylül 2015 Pazartesi

Bir Zemher ki Sorma


Sustukça çoğalıyor,
Sustukça değere biniyor yalnızlığım
Dört mevsimi tek nefeste yaşatıyor
Bir yanım mavi yosun içimde çığlık çığlık rutubet kokan..
Sazlıkların hışırtısı ürpertiyor tenimi.
Bir zemher ki içimde(sorma)
Zangır zangır titretiyor..
Yalın ayak toprağa basılmıyor benim coğrafyamda
İçimi ısıtacak bir gülümsemeye hasret körlüyorum is kokan benliğimi..

Küçük yüreklere
büyük acıların yüklendiği yer burası,
Zifiri karanlığı ayrınlatıyor sonu ünlemle biten cümeleler.
Anlamını yitirdiğimiz bir oyun oynanıyor soylu sevdaların yoksul tekelinde
Sigara dumanıyla eş değer ilerliyor yağmur taşıyan bulutlar
Bir tufan ki sorma
Leb demeden kopup gidecek
Alışmak nedir bilmeden bizi silip süpürecek..

Enkaz altında kalacak söylenemeyenler..
Sesimi duyan varmı diyecek rüzgar
Sesimizi duyan var mı (yine rüzgar)
SESİMİ DUYAN VARMI! (bu ben)
Azalacak,
Azaltacağız
Yoksulluğumuz elimizi yakacak
Sıcak bir nefese hasret uzanacak eller küllenmiş hayallere..

Ilık bir yaz akşamı diyeceğiz yine
Bir gün yine böyle diyeceğiz;
Sazlıkların arasından,
Bütün türkülerin kıyısından sesleneceğiz.
Uzayacak gökyüzüne eller
Ünlemler diriltecek gökyüzündeki soluk mavilikleri.
Yol üstü pervanelerin yalnızlığı dönecek sol yanımızda...

Hava da adamakıllı soğudu,
Kış ha geldi ha gelecek
İyi ya, yalnızlığımıza bir bahane daha çıktı...

t.yazıcı
13.09....
ne demek çay yeni bitti!

9 Eylül 2015 Çarşamba

Saklambaç



“Bir insan daha ne kadar batabilir olum, şu haline bak” dedim, karşımda gülen gözle bana bakan Mustafa’ya. Bir şey diyecekti, vazgeçti. Yüzünde on saniye boyunca hem dünyanın en kahırlı insanını yansıtan hem de dünyanın en neşeli insanının sureti vardı. Bu ikisi bu dünya için çok fazla be! Bunun gerçekleşmesi imkansız* değil!
Bir nefes daha aldı amına koduğumun cigarasından. Dünyanın en korkak, en saf, en iyi niyetli insanıdır Mustafa bakmayın dünyanın gelmişine, geçmişine küfrettiğine. 

Zamanında önce çevremdeki sonra dünyadaki deli insanların delirme hikayelerini araştırdım. Hem de baya baya araştırdım. Bir roman yazmaktı bu araştırmamdaki sebep. Bir yetmiş sayfalık bir şey çıkardım, sonra vazgeçtim. Toplasan 2 gram aklım var, baktım o da götüm götüm gidiyor, dedim olum tolga dur, hakikaten dur. Sen onları anlayamazsın. Sen hakikaten kaybetmişleri anlayamazsın. Tamam, bana da çoğu insan deli der ama kısa bir mıknatıs görevi gören kafam aklımı az çok tutuyor düşüp gitmesin diye.
Bu ülke darbelerden darbe gören anaların ağıtları yüzünden bir türlü götü doğrultamıyor. Bütün ağıtların, işkencelerin ahı dolanıp duruyor etrafta sessizce. Mustafa’nın ailesi de onlardan biriydi. Önce babası, sonra abisi kayboldu. Babası bir daha gelmedi. Ne ölüsü, ne dirisi; hiçbir şekilde haber alamadılar. Abisi altı ay sonra eski bir pikapın içinde onaltı kişi ile birlikte getirilip köylerine atıldı. Kiloları gibi aklı da gitmişti Hüseyin abinin. Bir kuş sesinden bile korkar olmuş. Kapatmış kendini aylarca işkence gördüğü zindan gibi odasına. Bir daha çıkmamış oradan ölene kadar. Öldüğünü üç gün kimse anlayamamış. Sessizce ölmüş Hüseyin abi. Ölürken bile ses çıkarmamış. Kim bilir belki kendi sesinden bile korktu senelerce. Gördüğü işkenceyi bir türlü atlatamadı.

Zamanında kpss sınavına girdiğimde annem sosyal medya hesabından sürekli akp yanlı şeyler paylaşmaya, tayibin fotoğraflarını beğenmeye başladı. Kendisi de bir sol partiye üyedir. Sordum bunu ona. “Komunist komunist şeyler paylaşıyorsun oğlum, bir de benim yüzümden başın yanmasın.” Dedi. O seksenlerde yakılan ağıtlar, dökülen gözyaşları birden yüreğime oturdu. Tonlarca ağırlık hissettim bedenimin içinde. Bir şeylerden vazgeçmiş gibi dökülmeye başladım. Sanırım kaybettiğimizi ve boyun eydiyimizi ilk o zaman anladım.

Çocukların öldüğü bir dünya resmediliyor artık gözümüze sokula sokula. İnsanlar hala gülecek, eğlenecek şeyler buluyor buna rağmen / gülecekte. Her şey geçecek, unutulacak; ancak yerine yenisi gelince eski hatırlanacak. Suruç’ta parçalanan o genç yüreklerin acısı geçmeden nice acılar ekleniyor. Ağlayan hep analar oluyor. Küçük bir çocuk ölü bir balık gibi karaya vuruyor. Yok olduk biz, eskiyoruz; eksiliyoruz…

Sağ elinde tuttuğu Tuborg gold’u içmeyi denedi, ağzını tutturamadığı için yarısını omzuna döktü Mustafa. “Benim babam terörist değildi dimi moruk” dedim. “Değildi kardeşim” dedim. “Benim ağabeyim bir terörist değildi dimi” dedim. “Değildi kardeşim” dedim. “Peki niyeeeeeeeeeeee” diye uzunca bir bağırdı, peşine “biz neyiz peki moruk” dedi. “Bizler birer hiçiz kardeşim” dedim. Cigaralığa çok sağlam asıldı. Ayağa kalkmayı denedi, üçüncüde başardı. Gökyüzüne doğru bakıp bütün iç organlarını titrete titrete seslendi; “Orada olduğunu biliyorum Tanrım, sende haklısın böyle bir dünyayı bende yaratsam, bende gizlenirdim.” Dedi. Bana doğru dönerken düştü. Hiçbir şey olmamış gibi “sen Tanrı olsan saklanır mıydın moruk” dedi. “Saklanırdım kardeşim” dedim. “Sende haklısın” dedi. İkimizde sustuk. Gökyüzünden gelen ve ciğerimizi deşen o ağıtları dinledik.