19 Ağustos 2016 Cuma

Müzeyyen



Müzeyyen

+Vay Sadık bu odanın hali ne olum, sen şimdiden yazar kafasına girmişsin. Böyle devam edersen senin kitap işi olacak haberin olsun. Duvara yapıştırdığın her cümleye bir anlam yüklediysen işin içinden çıkamazsın ama. Yazmak, böyle boktan bir şeydir. Birçok anlamlı şey bile yan yana geldiği zaman inanılmaz, saçma sapan şeye dönüşür; şaşar kalırsın bunca güzellik yan yana gelip bu kadar çirkin şey nasıl oldu diye.
-O bazen değişebiliyor abi, bak mesela benim annem dünyalar güzeli bir kadın; keza rahmetli peder beyimiz de öyleymiş; resimlerinden gördüm. İki anlamlı şey çiftleşmişler ama benim gibi bir kötülük çıkabiliyor. İnsanlığın bildiği en büyük yanlış ne biliyor musun abi, iki yarım hiçbir zaman bir tam etmez.
+Tam yedi saniye sonra kaybolup gitti.  Yazıyor bu kağıtta, ne bu? Bir kızı mı kesmiştin.
-Yok, hayır insan yüzünde ki gülümsemenin gidiş saniyesini ölçtüm.
+Sen hakikaten enteresan adamsın Sadık. Bak mesela, bu kağıtta sadece “Müzeyyen” yazıyor, o nedir?
-Bazı şeylere anlam yükleyebilmek için önce anlam yükleyecek şeyin anlam yüklenecek bir şey olması gerek.
+Kimdi bu Müzeyyen?

                Çıkmaz sokaklara hikâyeler uydurmaya bayılırım. Kendime benzetirim onları. Ne garipler değil mi? Koskoca bir evren varken, onun kaderinin duvarları örülüdür, birileri gelir ondan ama gidemez. Gitmek için yine geldikleri yere giderler, bu yüzden çıkmaz sokaklar kimseyle vedalaşamazlar.

              İki yan sokağımızın meğerse kaderi örülüymüş, tam yirmi üç yıl sonra fark ettim bunu. Bir yağmur sonrası siyah beyaz gökyüzünün refakatinde kurulanmak için atmıştım kendimi o sokağa. Salak kafam, gökyüzünün tavanı olabilir mi hiç. Ayağım mazgal kapağının arasına takılıp düşmüştüm. Giydiğim kot pantolonumun sol yanı öylece ıslanmıştı. Elimle dört kere kirli yere vurup çamurlu yerin yere dökülmesini sağladım. Tam o sırada göz hizama beyaz bir mendil takıldı. O an o mendilin nereden geldiğini sorgulamayacak kadar canım yanmıştı düşmenin etkisiyle.

              Paçamı sildikten sonra, çamurun etkisiyle grileşen peçeteyi montumun sağ cebine koydum. Kafamı havaya kaldırmamla birlikte kıvırcık saçlı, gözleri normal insanın iki katı büyüklüğünde, burnu hafif eğik bir kadının gülümsemesi karşıladı beni; gülümsedi. Yedi saniye boyunca bir şey söylemediğimi anlayınca sağ elini sol omzuma koyup “iyi misin” dedi. “Tam yedi saniye sürdü” dedim. Tekrardan gülümsedi. Hakikaten yedi saniyeyi şaşırtmıyordu. Ne güzeldir bir insanın gülümsemesini yedi saniye tutabilmesi suratında diye düşündüm. “Bir yerin acımıyor ya, çok kötü düştün; ne işin var burada senin” dedi. “Kurulanmaya geldim” deyince hiç sorgulamadan ceketini çıkarıp iç kısmıyla başımı kurulamaya başladı. Kısık sesle de olsa, “bu böyle olmaz, hasta olacaksın sen, annene söyle de sana bir çorba yapsın” dedi.  Anne betimlemesinin yanına iyelik gelince bir ürperdim, çünkü benim annemden bahsediyordu. Bütün orospu çocukları gibi bende annemden bahsedilince gözlerimi karşımdakinden kaçırır konuyu değiştirirdim. Yine konuyu değiştirmek istedim ama ağzımdan farklı sözcükler çıktı, bazen böyle olur; kalbinle değil de kıçımla düşünürsün, o da hiçbir zaman doğru şeyi söylemez. “Yoooo” dedim. “Yeni banyo ettim ki ben”
Gülümsedi yine. Sağ avuç içini sol yanağıma dayadı. Bu bir sevgi göstergesiydi, biliyordum bunu. “Adın ne bakayım senin” dedi.
“Sadık” dedim.
“Vay vay, her şeye Sadık kalabiliyor musun.” dedi. Kitlenip kaldım.

           Çocukluğuma ait anılarım aklıma gelince böyle put gibi donup kalıyorum. İnsanın kendi annesi her gün farklı kişiler tarafından düzülünce bir tuhaf geçiyor gençliği. Babamın bir daha olmayacağını kabullendikten sonra bu duruma da biraz biraz alıştım. Dedim ya, bütün orospu çocuklarının kaderi budur. Kendi dünyalarından kaçmak için kafalarında farklı farklı dünyalar yaratırlar, bu yüzden çoğu orospu çocuğu kişiliksizdir. Çünkü bütün duyu organlarını kapatırlar bir süre. Görmek istemezler mesela, içinden çıktığı rahime giren başka heriflerin bedenini, duymak istemezler etin ete değdiği o tizli sesi, söylemek istemezler dünyanın ne kadar boktan bir yer olduğunu. Bok olarak dünyaya gelen birisi içinde “boktanlık” kelimesi sıradanlıktır. Bende doğdum da bir bebek olarak değil de bir bok olarak dünyaya gelmiştim. Bir spermle başlayıp, bir bokla bitmişti maceram. Annem beni doğurmamış sıçmıştı.

-Bugünlük bu kadar yeter mi abi, insanın kendini yazması hakikaten zormuş.
+Son bir şey, kimdi bu Müzeyyen?
-Benim Tanrım
+Tanrılar ölümsüzdür, yazıyor bu kağıtta; sen bizim bu konuşmamızı yapacağımızı düşünüp bana cevap olarak mı yazdın olum bunu, korkuyorum senden ha.
Müzeyyen’in de bir orospu olduğunu öğrendiğimde yirmi altı yaşımdaydım. Kaçınılmaz kader deyip sineme çekmedim. Tam tersi, bütün kurallarımı Müzeyyen’i tanıdıktan sonra yıktım. Bir Tanrım zaten vardı, yanına birini daha ekledim. Ben Müzeyyen’le öldürüp, onunla dirilttim tekrardan her şeyi.
Sadık ben, o kişiyim.
O sevimsiz kişi…

12 yorum:

  1. İnsanın kaderi değişmiyor mu yoksa... Kalemine sağlık... Sevgiler...

    YanıtlaSil
  2. Bazen kuralları yıkmak gerek :)

    YanıtlaSil
  3. Ve bütün orospu çocukları gibi günahsız..

    YanıtlaSil
  4. Kendini sevimsiz kişi diye niteleyen Sadık, ne kadar duygu yüklü, nitelikli oysa. Namuslu geçinen kadınlardan doğan çocuklardan ne farkı var oysa dünyaya geliş sürecinde?

    YanıtlaSil