24 Mayıs 2023 Çarşamba

Yeni Romanım "Aynalar" Yayımlandı

 Herkese merhabalar,

Buraları çok boşladım, farkındayım ancak eski yazma enerjimi kendimde bulamıyorum ne yazık ki. Olan enerji de şimdi paylaşacağım gibi roman taslakları yazmakla geçiyor. Becerebiliyorsam romanı bitirmeye çalışıyorum :)

"Aynalar" da o bitenlerden biri. Biraz yordu beni ama nikayet yayımlandı.

Aşağıdaki link üzerinden dilerseniz sipariş verebilirsiniz.

Umarım beğenirsiniz :)



https://www.kitapyurdu.com/kitap/aynalar/649111.html

23 Mart 2023 Perşembe

Yalnızlığın Simgesi

öyküm 30.12.2022 tarihinde oggito'da yayımlanmıştır.



Gitmeyen yola mı, bitmeyen yola mı?

Belirsiz titremesine sebep ararken fark etti arabanın motorunu durdurmayı unuttuğunu. Rahatsız olduğu şeyi bildiği halde bir eyleme geçmedi bunu sonlandırabilmek için. Bir sigara mı yaksam diye iç geçirdi camı aralarken. Derin bir nefes çekti içine doğru, verdi geriye sekiz saniye içinden sayarak. Bu taktiği de kendini sakinleştirmek için kullanıyordu çoğu zaman. Dayanamadı, asfaltın sıcaklığını hissedene kadar havanın sıcaklığının farkında değildi. Bedeni uyuşmuştu. Bir sigara yaktı radyonun belirsiz cızırtısı eşliğinde. Çıkan bazı sesleri iç sesine benzetti. Gülümsedi bu duruma. Alışkanlıklarımız mıydı konfor alanımızı belirleyen faktörler yoksa bizler konfor alanımızı oluşturmak için mi belirli alışkanlıklar ediniyorduk? Uzun uzadıya seyrelen, kimisi yeşil olmaya meyilli ama toprağın yanıklığına daha fazla boyun eğemeyip sararan yol kenarlarına uzunca baktı. Okuduğu makaledeki bir söz aklına geldi “..Ve uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar” diyordu. Baktığı yol, gördüğü koca bir hiçlikti. Yol mu hiçliği düşündürtmüştü yoksa hiçliği tamamlanması gereken bir yol olarak mı görüyordu bilemedi. Sigarasının üzerine su dökerek söndürdü. Çevreye biçimsiz savrulmuş izmaritleri görünce söylendi. Gidilecek yolu vardı, gitmeliydi. Becerebildiği en iyi şey bu değil miydi? Gitmek… Bazen tersi olurdu, o kalırdı birileri giderdi. Gitmek ya da kalmak derken salt terk etmek değildi bu. Sözgelimi bir düşünceden gitmekti bazen, ya da bir gülüşte takılı kalmaktı. Böyle zamanlarda değiştirirdi yörüngesini. Pusulası saydam olanın varacağı yer bulunduğu yer değil midir ki?

Terlemişti. Doksansekiz model dizel motorun verdiği gürültü ve sıcaklıkla çekinilmez bir hal almıştı bu yolculuk. Arabaya binip arka iki camı da açtı. Ön torpidodan peçete almak için uzandığında gördü üç sene önce almış olduğu ödülü. En iyi senaryo diyordu üzerinde. Torpido kapağını açık bırakarak şekilde sürmeye devam etti arabayı. Arada dönüp bakıyor, yazdığı şeyleri anımsıyordu. Oysaki sadece bir karakteri oluşturmaktı niyetim diye düşündü çekim sırasında yapılan hatalara da sinirlenerek.  Bir devrimciyi anlatıyordu ama ne devrimi? Sözgelimi sevgi de bir devrim değil miydi? Ya da bir fikri değiştir(t)mek. Bu minvalde ilerlemişti hep karakterin karşısına bir kadın çıkana kadar. Elmacık kemiğinden köprücük kemiğine uzanan yıldızlı bir geçit vardı. Tıpkı sırat köprüsü gibi. Orta kalan boşluk kara delikti sanki. İnsanın inanası gelmiyordu değil mi? Ama inanıyordu karakter. İnanmanın alışkanlığa, alışkanlığın mutluluğa, mutluluğun korkuya dönüşmesine. Hayatın yazılı olmayan üçgenini böyle keşfediyordu.

Artık isteğimizin değil ihtiyaçlarımızın hayatımızı belirlediği, yön verdiği bir dönemdeyiz’ diye başladı yazmaya, vazgeçti. Sildi. Bulunduğu yer Aydın’ın Koçarlı ilçesine bağlı Güdüşlü köyüydü. Sessizliği ile nam yapmıştı burası. Öyle ki giden arkadaşları yalnızlığı, sessizliği yazan kesimin nefret ettiği (gürültülü yalnızlık, benim yalnızlığım kalabalık vs.) betimlemeleri kullanarak burayı kendisine söylemişlerdi bir yandan açıklamak için başka bir cümle bulamamanın verdiği mahcuplukla.

 “Köyün sessizliği o kadar ürkünç ki insan bir ses duymak istiyor” demişlerdi. “Ağustos ayında gökyüzündeki yıldızlar senin filmdekilerine benzemez.”

Bu çok hoşuna gitmişti. Bir sipariş roman yazması gerekti. Yalnızlığı yazamayan yalnız bir yazarı yazmaya çalışacaktı. Parası bitmişti, ‘elimden başka bir iş gelmez’i kendine o kadar inandırmıştı ki gelmiyordu. Yalpalanıyordu. Düşse belki kalkmayı deneyecekti ama onunki yarım kalmaktı.

Açtığı şarkının kendisine verdiği hafiflikle ilk cümlesini yazdı:

“Bakışınla aydınlattığın dünyamın kirpiğinle buluşması gibi…”

26 Eylül 2022 Pazartesi

Baba'ya / 25 Eylül'e

 

Öyküm 25.09.2022 tarihinde oggito da yayımlanmıştır. 

Uzaktan bir ses geliyor. Önceleri bu sesi duyanlar alışık, tepki vermiyor. Odada bulunduğum benim dışımdaki dört kişi birbirine bakıyor. Gülünmeyecek bir şeye gülmek durumunda olanların takındıkları yüz ifadesine bürünüyorlar. Gülünmeyecek bir şeye gülünmeme surat biçimini de burada öğreniyorum aslında; çünkü öyle bir surat. Aynı ses bir daha çıkıyor. Bu sefer karşılığını hırıltılı bir gülümsemeyle veriyor dedem. Satı abla da eliyle gizliyor ağzını, keşke gözlerini de gizleyebilse. Diğer ikisi kim bilmiyorum, yabancı bir gülümseme var sadece yüzlerinde. “Yandım anaaam, yetişin” diyor üç yüz otuz iki numaralı odadaki adam. Dedemin hırıltısı geçince oda numarasını söylüyor, morfin yiyormuş her gün üçyüzotuzikideki ağrısı geçsin diye iğne oluyormuş, iğneyi yediğinde sözüm ona ağrısı iyice artıyormuş. Geldiğimi yeni görmüş gibi gözleriyle gülümsüyor, doğrulmaya çalışıyor. Kızım, diyor, niye zahmet ettin, bak Satı ablan burada. Okul çantamı yatağın karşısındaki buzdolabının yanına koyuyorum. Fermuarını açmamla anlıyor, hay yaşa güzel kızım, diyor, radyoyu getirdin emi?

Ya unutsaydım getirmeyi! Eyvah eyvah. Anteni görür görmez hahahah diye bir sevinç hırıltısı çıkartıyor. Hırıltının da iyi huylusu varmış, kötü huylusunu duyduktan sonra aradaki fark ayırt edilebiliyor. Sararmış mini buzdolabının üzerindeki küçük tüplü televizyonu gösteriyor. Şu zımbırtının da var anteni ama çekmiyor meret, diyor dedem. Sesi adamakıllı düzeldi. Sağdaki yatakta olan iki adamdan biri, yeşil gömlek kahverengi kadife pantolon ile oturan adam sesleniyor. Nuri amca, diyor, bunun yerini hiç kimse tutmaz, sen daha iyi bilirsin. Sesini ilk kez duyuyorum kendisi gibi. Sesi ve konuşma tarzı hep bir taziye havasında ya da ne bileyim, sanki birine tavsiye veren kişinin bir ses tonu gibi; muğlak. Dedem, radyonun antenini yukarı çekip kırmızı tuşa basıyor. Küçük bir hışırtıdan sonra kadın spikerin sesi duyuluyor. Bugün 24 Eylül, Libya'nın Bingazi şehrinde protestocular 11 Eylül'de ABD Büyükelçiliği'ni bastı. Olayda ABD'nin Libya büyükelçisi Christopher Stevens ile birlikte üç Amerikalı öldü.

Haberi beğenmemiş olacak ki bir tuşa basıp tekrardan hışırtılı sese dönüyor. Herkesin canı burnunda, bir kaos haberi duymak istemiyor tabi. Dedem bir tanrıymış gibi dünyalarını değiştirmesini bekliyorlar elindeki aletle. Duydukları ses bile yetiyor ferahlamalarına. Bir tuşa daha basıyor dedem. Heh, diyor bu sefer, aslında hepimiz diyoruz. Çünkü biliyoruz gelecek bir hikâye.

Hey canına yandığım adamı, diyor dedem türküye eşlik ederken. Dediydim ya sana Satı diyor, doksan dokuzda çıktı bak bu albümü. Kırklareli’ndeyiz, sorsan belki beni hatırlamaz ama elinde kahverengi bir defter bir şeyler karalıyor. Etrafında bir kalabalık var ki sorma. Biraz düşünceli, kimsede çıt yok. Hayır olsun üstadım, dedim. Oturuşunu düzeltti. Bir heyecan yaptım ki sorma. Estağfurullah emmim, dedi, bizimki tatlı düşünce. Kasete isim bulamıyoruz. Herkesin gözü bir defterde bir hemen yanında duran bağlamada. Sanki iki tıngırdatsa isim kendiliğinden çıkacakmış gibi. Biri seslendi arkalardan, babam, seher vakti gelir aklına, bir çay daha verem sana. Gözü aydınlandı mübareğin, hay yaşa, dedi. Seher Vakti Çaldım Yarin Kapısını var bir dene. O uyar bak, Allah söyletti. Bir cigara yaktı, iki nefeslenip attı elini bağlamasına. İnanır mısın Satı'm, zannedersin dünya durdu, öyle bir sessizlik. Desem ki herkes nefesini tuttu inan bak. Bir söyledi ki sorma. Cigarasını söndüren bir dene daha yaktı. Çayı bitiren bir dene daha söyledi. Peşine de fotoğraf çekindik, dur bak.. bir öksürük tutturdu uzunca. Doğruldu. Satı abla çıkardı çantasından fotoğrafı. Önce yeşil gömlekliye gösterdi. Seçemediği için mi çok duygulandığı için mi bilmem uzunca baktı. Yanındaki renkli gözlü adam çok üzerinde durmadı fotoğrafın. Ben bir kez daha baktım o yeşil örtülü masanın etrafındakilere ve Neşet Babanın duruşuna.

Anılarını anlattıkça duygusallaşıyor. Bir yandan türküsünü mırıldanıyor, “Dereler çağlar oldu gözlerim ağlar oldu gelmedin yıllar oldu böyle olur mu.”

Gözleri bir bilinmezi arar gibi odanın içerisinde dolanıyor. Bak, diyor renkli göze doğru. Nasıl sevmişsem adamı hastalığımız bile aynı. Aklına gelmiş olacak ki sondasından sarkan yarıya kadar dolu idrar torbasına bir göz atıyor. Hararetli bir öksürük daha yakalıyor. Endişeleniyorum bu sefer, Satı abla su veriyor bir yandan bana yarın için tembihte bulunurken. Hamilelik iznine çıkan bir öğretmen arkadaşı için de ikinci sınıfların dersine girecekmiş sabah. O yüzden biraz geç kalacakmış. Satı abla sınıf öğretmeni, isminin hikayesi bilindik aslında. Erkek beklenen kız çocuğunun hazin isim yapıştırma hikayesi. Herkes gittikten sonra biyoloji ödevimi yapmaya koyuluyorum bir yandan dedemi dinlerken. Annemin gelmemesini iyice tembihliyor. Babamla son konuşmamızı tekrarlatıyor. Ne yapsın, diyor, içini çekip, ekmek parası, gurbet. Peşine aklımın kesmeyeceği birkaç siyasi şey daha söylüyor ama bana söylemediğini biliyorum. Sanki o anı beklermiş gibi Neşet Ertaş’ın her türküsü çıktığında onunla ilgili hikayesini anlatıyor. Biri öyle saçma ki, hikâyede hem dedemin hem Neşet Ertaş’ın olmasının sebebi aynı trende olmaları. O kadar. Bir adam vardı, diyor dedim. Gerçek bir uykusuzdu. Habire cigarasını tüttürür, Neşet Ertaş dinlerdi. Memurluk zamanından, Sivas’tan arkadaşıymış. Zamanında Kırşehir’de bulunup bir kere üstada denk gelmiş. Demesi o ki bu adam sürekli sigara içer, babayı dinlermiş. Aynı trendelermiş o zaman, arkadaşına demiş gidelim de iki laf edelim, diye. Gitmemiş. Sebebini de dememiş. Kederlenesi varmış da Neşet Ertaş vesile olmuş demişler.

Sabah kapı tıklama sesine uyanıyorum. Dedemin yüzüne baktığımda gözleri yarı açık, uyuyor mu, uyanık mı belli değil. Korkuyorum. Kapı tıklatma sesi daha yakından geliyor. Sese irkiliyor dedem. Bu sefer daha çok korkuyorum. Üç doktor bir hemşire giriyor odaya gülümseyerek. Doktorlardan gözlüklüsü yandaki boş yatağı gösteriyor, gelmedi diyor sarışın olana, gelmeyecek de herhalde. Yazık diyor sarışın. O da hemşireye bakıyor. Hemşirenin de o an üzülmesi gerek gibi üzülüyor. Acının aktarılma hızını orada görebiliyorum. Açıklama gereği duyuyorlar bize. Yandaki yatağın sahibi eski hastaymış. Çok önceleri tedavi olmuş ama hastalığı nüks etmiş. Gelmemiş tedaviye. Hemşire sinirleniyor, kendisini düşünmüyorsa o güzel hanımını çocuklarını düşünür insan. Gözlüklü olan eline günlük kan tahlili sonucunu alıyor dedemin. Ben uyurken gelip kanını almış olmalılar. Nuri amca, diyor acıyı en sessiz aktaran diğer doktor. Maşallah, trombositin yükselmiş, bağışıklığın biraz düşük, maskeyi ihmal etme olur mu. Sarışın olan hemşireye antibiyotiğin yapılıp yapılmadığını soruyor. Yapılmadığını öğrenince seviniyor. CRP’si kendiliğinden düşmüş, bu iyi bir şey diyor diğerine. İltihap kurumaya başlamış. Çok anlamıyorum ama sonuçlar iyi sanırım, keyifleniyoruz hep birlikte. İmkânı olsa yakacak bir sigara, görüyorum, gözleri bir şeyler arıyor. Açayım mı televizyonu diyorum, bir şeyler izleriz. Olur, diyor, senin de canın sıkılmasın kızım.

Hep aynı şeyler diye söyleniyor. Haber kanallarına doğru geç bakayım derken, bir haberde takılı kalıyorum. Belki de sadece üç saniye filan. Görmemiştir diyorum, görmemiştir. Geçiyorum hızlı hızlı. Bilinçsiz basıyorum tuşlara. “Mute” yazıyor, “digital” filan yazıyor. Ne olduğunu bilmiyorum. Tek dileğim elimdeki kumandanın zaman makinesi görevi görmesi ve benim zamanı geri almam. Hop hop diyor dedem yanık sesle. Ah diye bir ses çıkıyor içimden. Size yemin edebilirim bu ses ağzımdan değil yüreğimden çıkıyor. Geri gel hele kızım, diyor dedem. Geliyorum. Aynı kanal değil ama farklısı.O da aynı haberi veriyor. “Ünlü halk ozanı Neşet Ertaş vefat etti. Ünlü ozan 74 yaşında İzmir'de yoğun bakımda tutulduğu hastanede…” devamı gelmiyor bende. Sonrası bir kulak çınlaması gibi bir şey. Tek duyduğum ses “vah vahh” oluyor. O kadar çok tekrarlıyor ki bunu, belki de kendi içinde bir türkü bu, üstadının bir türküsü. Belki de ağıt. Yakıyor çünkü, değdiği, dokunduğu her yeri yakıyor yanık plastik gibi. Hemşireyi çağırıyorum bir koşu, ne dediğimi hatırlamıyorum ama. Geliyorlar gözlüklü doktorla. Bir şeyler konuşuyorlar ama dedim ya kulak çınlamasından başka hiçbir şey duymuyorum. Annem geliyor, Satı abla geliyor. Bir ara yeşil gömlekli de geliyor, dedeme bir şeyler diyorlar ama o sadece vah vahh diyor. Yirmi Yedi Eylül’müş o gün. Kulak çınlamam geçmiş. Geçmiş de gitmiş bir ozanın yanında komşu olmuş. İki gün dayanabilmiş. Kansere, kemoterapiye direnen bu ihtiyar Neşet’inin yokluğuna dayanamamış. Sarmışlar dedemi, götürüyorlarmış. Annemi görüyorum, dedemin başında. Elimde dedemin fotoğrafı babayla olan. O kahvedeki masa örtüsü ne çok benziyor tabutun üzerindekine. Gülmek isterken öksürüyorum. Aynı dedeminki gibi, hırıltılı. İyi huylu.


11 Aralık 2021 Cumartesi

Görünmez Bir Adamın Görünme Çabaları

 


öyküm 01.12.2021 tarihinde oggito da yayımlanmıştır.

Görünmez değilim ama yok oluyor gibiyim. Ucunu açmaya niyetlenmişim de kalem ucunun en hakikatli yerinde kökten gider ya hani, hani tekrar başlamak çok istersin ama bilirsin ki kalemin de bir boyu var ve giderek kısalacak ama bir şeyi var etmek için bir şeylerden fedakârlık etmek gerekmez mi? Sigara mesela, ister bir ateşi dumanlanabilmek için. İnsan mesela, ister bir sesi yeniden yeşertebilmek için.

I ıh, yine olmadı diye düşündü Refik yazdığı paragrafı tekrardan okurken. Bir şeyin gerçekliğini soyutlamak için, onu gösterişsiz ama akılda kalıcı yapmak için neden imgelere ihtiyaç duyarız ki? Düşüncenin yalın halini yazıya dökememek miydi acaba laneti? Kendi benliğini ikinci tekile emanet edip uzaktan izlemek istiyordu oysaki kendini. Tren yavaşlayıp durağa doğru salına salına yanaşınca içinde bir ürperti duydu. Sığ bir sessizliğin içine sığınmak istiyordu ama “Polatlı” anonsunu duyduktan sonra kaçmak isteyenlerin kaçmak isteyenleri kıstırdığı bir kısır döngünün içerisinde buldu kendini. Ankara’dan Eskişehir’e oradan da birkaç arkadaşı ile buluşup eski günleri yad etmek adına Kütahya’ya gidecekti arkadaşlarıyla. Asker arkadaşları unutulmazdı ya, koskoca on iki ay. Onlarla konuşacak, içecek, gülecek, her zaman sormalarından usandığı ama bu sefer canla beklediği o soruyu sormalarını isteyecekti; “hala yazıyor musun?”

Evet, bütün bıkkınlıklarının üzerine gitmeye karar vermişti Refik. Dünyanın kuralları onu çok sevdiği yalnızlıktan bile uzaklaştırmıştı. Üzerine yapıştırılan, yapıştırılmak istenen tüm simgelerin hepsinin üzerine gidecekti. Giyecekti onları. Bakın, diyecekti, sorun zamanın çizgisine paralel gitmemde değil, sorun böyle basmakalıp kader kılıflarının dışında kalanların dışarıya iteklenmesi. Evet, evlenecekti. Düğünlere gidecekti, bayramlarda seyranlarda geleneğini örfün ve adetin havuzunda yüzdürecekti. Güleç olacaktı her zaman, konuşacaktı, tartışacaktı. Hayatın kenarında değil, tam merkezinde olacaktı, tepesinden bakacaktı. Dünya onun etrafında dönecekti. Yoksa neymiş, kaç yaşına gelmiş, tek başına gezmesini etmesini geçmişlermiş, tek başına tatile çıkmak da neyin nesiymiş, çok fazla mı bağlanmış bu yazma işlerine, yazıyor da ne oluyormuş, gezince değil okuyunca görüyormuşmuş. Hayatın yorgun yanını üzerine yorgan yapan Refik, başını yasladığı camdan geride bıraktıklarını düşündü her zamanki gibi. Geri diye bellediğimiz şey ilerisinin bir önceki hali değil miydi? Gördüğü görüntüleri belleğinin girdabına atıyor, sırasıyla eliyordu. Geçmişten birkaç an geldi gözünün önüne. İleriye bakarken geriyi düşünmek ne hoş bir karışıklıktı. Sude. Ne yapıyordur şimdi? Şimdiden pişman olmuştu yapacağı buluşmadan dolayı. Güldü kendine. Bu kadardı işte. Kuvveti, gücü, hayal dünyası kadar güçlü değildi. Onu da elinden almak istiyorlardı ya; “Refik’ten hayali alın, geriye ne kalır ki?”

İndiği gara, ilerideki taksi durağının köşesine baktı yine. Bir zamanlar beklenmenin yarattığı da bir gerginlik varmış. Beklemenin keyfi ayrıydı tabi. Beklemek; uzun, hüzünlü bir yaz akşamıydı onun için. Şimdi Ulus Meydanı’na inse elleri cebinde salsa kendisini boşluğa, insan kalabalığının boşluğuna. Çarpsa onlara, azar işitse, buradasın dese kendine, yaşıyorsun olum, kendine gel. Kendimdeyim ya dese kendine. Bağırsa. Boşluk. Ben kendi boşluğumu bile tamamlayamıyorsam başkalarının boşluklarını nasıl tamamlarım ki? Hep bir yer kapma telaşı.

Tren yolculuğu iyi gelmişti. Otele geçmek istemiyordu. Tesadüf, birlikte kaldıkları oda gelmişti – tesadüf değil Refik, sen istemedin mi? – sanki yine aynı sarı koltuğa oturup onu seyredecekmiş gibi bir his. Yıllar. Neleri değiştirmedi ki? İklim değişti, rejim değişti; peki sen Refik? Neden uzunca seyrediyorsun her şeyi düşündün mü? Neden bir anlam yükleme çaban, neden bu hayatı seyretme hastalığın. Uyuşuk bir gergedan gibisin; güçsüzsün.

Yattı. Uyuyamadı. Onun bulunduğu tarafa bilerek yatmış – hınç mı bu aldığın – yarınki geyiği düşünüyordu. Binse trene tekrardan, gitse. Kadıköy-Beşiktaş vapurunun son seferine yetişse yine. Dışarıda otururken geminin ön tarafı ne taraf acaba diye düşünse. Yazdığı küçük notlarını okusa, her hikâyenin bittiğini ve isterse yeniden başlayabileceğini düşünse.

Bu kadar zor olmasa gerek diye düşündü. Yazdığı metni kaydetti.

Yeni bir sayfa açtı.