Sağ yanında duran çayının dumanıyla göz göze geldi Ragıp. Dumanın şekillerini olabildiğince takip etmeye özen gösterdi. İnsanlığını unutup kısa sürede olsa çayın içinde dem olmaya doğru yol alacaktı ki Bilal’in kaşık sesiyle irkilip eski kimliğine geri döndü.
Dört metre arkasından “Selamun Aleykum” sesini duyduktan sonra oturuşunu düzeltip selama karşılık verdi; “Ve Aleykum Selam kardeşim."
Gelen Yılmaz’dı, sessizce masalarına çöktü, çaycıyla göz göze gelmesi bile yetti, iki dakika sonra açık çayı geldi. Çayından ilk yudumu alırken Bilal söze girdi.
“Yav arkadaş, ben anlamıyorum; bu insanlar neden böyle ki? Sebebini, anlamını bilmediğimiz o kadar çok şey var ki etrafımızda, biz ne yapıyoruz ha ne yapıyoruz? Mesela biriniz bana cevap verin, neden buradayız? Bu kurallar, kurallarımız niçin var? Neden bir şeylere uymak için çabalıyoruz kendimizi, var mı bunun bir cevabı?”
Söyledikleri aynı masada oturan arkadaşlarını rahatsız etti. Özellikle Yılmaz kaş göz yaparak durumdan rahatsız olduğunu açık şekilde bütün kahveye belli etti. Ragıp hâlâ bir şeylere gözünü iliştirip o şeyin içine aktarmayı düşünüyordu kendini. Bu sefer küllüğün içindeki küle odaklandı dakikalarca. Kül-Duman-Tütün üçlemini harmanlayıp gri bir dumana dönüştüğünü hissettiği an kahveci Veysel’in sesiyle irkildi bu kez;
“Lan abuk subuk konuşmayın, ne kurallarından bahsediyorsunuz. Tek bildiğiniz kural okeyin,batağın,tavlanın kuralı; hayatınızda kurallı bir şey kaç defa gördünüz de böyle konuşuyorsunuz.”
Veysel’den gazı alan mahallenin tüpçüsü Rıza da kahkahalarla çıkıştı, ses tonunu lakayıt bir şekilde ciddileştirerek; “Evet.. Bilal, Ragıp, Yılmaz; tabii ki kurallar bizim için önemli, mesela otuzbir çekerken muhâkkak otuzbirden fazla şakşaklanmalı, yoksa caiz değildir değil mii ya ihahhah- hahahah-“
Bilal ve Yılmaz çaylarından sert bir yudum aldı. Gözleri Ragıp’a ilişti. Sandalyesini kahvenin camına iyice yaklaştırıp sıcak nefesiyle camı buğulaştırıp bir şeyler yazmaya çalışıyordu. Camın buğusu gittikçe ivedilikle aynı hassasiyetle cama tekrardan hohlayıp buğulanmasını sağlıyordu.
Bilal, Yılmaz’a dönüp; “Oğlum bu Ragıp’ın hâli hâl değil, götürmeyecektik bunu hata ettik.”
“Bir şey olmaz, zaten iki gram beyni vardı o gitse de bir şey olmaz. Davamızdan dönmeyeceğiz, ben yokum diyorsan sorun yok Bilal, kızmam darılmam. Bu düzen için bu düzmeceler şart, katlanacağız artık.”
“Sen ne yaptın toprak işini, çiçekleri ektin mi?
Ragıp birden kendine geldi, yüzünde hem ağlamaklı hem de saatlerce gülebilecek bir ifade vardı. Alt dudağı titreye titreye Yılmaz’a seslendi;
“Yılmaz, Çiçek yeniden açacak değil mi? Sadece solduğu için gömdük tekrardan..”
“Açacak Ragıp, Çiçek gibi nice solanlar toprağın altına girip tekrardan yeşerecek..”
Ragıp ceketinin iç cebinden çıkardığı beyaz kağıttaki birinci maddenin üzerini çizdi. Üzerini çizdiği maddenin üst başlığında şu yazıyordu; “Normal Olanlar”, hemen altında “a” kapa parantez “Yeniden yeşerebilecekleri dikkatlice seçip çoğaltmak üzere büyük titizlikle gömmek.”
Çizme işlemini tamamladıktan sonra Yılmaz’dan da kafa onayını aldı.
Normalliğin bir hastalık olduğunu savunuyordu Yılmaz, bu yüzden dünyadaki bütün normal insanlara düşmandı. Bir nevi normalleri kıskanıyordu. Anormallik ona göre yanmış bir plastikti vücuda yapışan. Çünkü dünyadaki 10 kişiden 9’u anormaldi. Araya kaynayan o her bir kişiyi yine kendi anormalliğinde cezalandırdı. Bu tuhaf üçlünün ilk kurbanının adı Çiçek’ti. O kadar normaldi ki her şeyi, 3000 kişilik kasabanın içinden kolaylıkla seçiliyordu. On iki yaşında birden ortalıktan kayboldu. Ailesi ile birlikte 100 kişilik bir ekip arada, ama bulunamadı.
Çiçek adının hakkını verircesine toprağın altında yerini almıştı elleri arkadan bağlı ve kulak deliği dahil bütün deliğine giren hastalıklı penislerle birlikte.
Kusursuz bir denek olmuştu Yılmaz’ın gözünde. Aylarca aç kalmış çakal sürüsünün arasında tapteze etiyle yem olmuştu. Tabii ki parçalamıştı bu sürü onu. Yılmaz’ın buradaki amacı normal olmayan ama normal gibi görünenleri temizlemekti. Normalleri en yalın haliyle görebilmek için öncelikle normal gibi görünenleri temizlemesi gerekirdi. Tabii ki bu çok kolaydı. Yaşları birbirinden bağımsız kırkbir kişi Çiçeği lime lime ederek öldürdü. Yılmaz önce bu durumu izledi, bir dersi dinler gibi defterine notu altıktan sonra kırk iki kişiyi ayrı günlerde Ragıp ve Bilal’le boğarak öldürdü.
Kahveci Veysel Yılmaz’a seslendi;
“Haydi Yılmaz seni beklerler, bekletme çok değerli kardeşlerini hahahah-ihihihi”
İçerideki yaklaşık otuz kişilik topluluğu Allah’ın adıyla selamladı Yılmaz. Sarığını başına takıp en başta ki safta yerini aldı.
“Ey cemaat, git gide azalıyoruz; bu beni çok üzüyor. Allah bizi yolundan esirgemesin, bizi saptırmasın..”
Ve kasabanın en genç imamı Yılmaz, namazına başladı;
“Allahu Ekber”
devam edecek..
E iyi, kitap çıkınca eli ayağı kesmedin.
YanıtlaSilburada olmaya buradayım da yazamıyorum ya
Silbi şeylerin eksikliği var ama ne dersen bilmiyorum :)
hoş geldin, teşekkür ederim:)
YanıtlaSilYazıyla alakasız bir yorum yapmaya geldim. :) Parçalanmış Gülüşler en sonunda bana ulaştı. :))
YanıtlaSilYiğit'in hikayesini okumaya başladım. Şimdiden güzel ilerliyor. :)) daha okudukça gelip yorum yapacağım. :))
çok sevindiim,
Silumarım beğenirsin :)