27 Ocak 2015 Salı

Bir Profesyonel Metrobüs Binicisinden Değerlendirmeler

Büyük şehirler eşittir büyük sorunlar. Büyük sorunlar eşittir karmaşalar. Büyük karmaşalar eşittir fazlalıklar..
Ne kadar karışık değil mi? Hâlbuki tüm bu karmaşanın tam ortasındayız. Ne kenarında ne köşesinde… Bunun bir kısmını büyük şehirlerde yaşayanlar için söyledim, diğer kısım da kendi içinde kalabalık olanlar ki işin bana göre en boktan yanı da insanın kendi beyni içinde ki kalabalık.
Neyse ki bu sefer insan ırkının ruhsal sorunlarıyla değil de fiziksel sorunlar ile ilgili bir şeyler paylaşmak istiyorum. Yazım biraz ayrımcı bir yazı olacak, sadece İstanbul’da yaşayanları ilgilendiren bir işkence sembolü olan “metrobüs” ü nasıl kullanabilir onu aktaracağım. Ben burada ailenizin Profesyonel Metrobüs Binicisiyim, yani önerilerimden korkmayın bilâkis aklınıza yatanları bizzat uygulayabilirsiniz.
Aşağıda ki soruların tüm cevabı yazımızda mevcuttur, bizi izlemeye devam edin.

Metrobüs nedir, nasıl kullanılır? Metrobüse neden binmeliyim, neden binmemeliyim? Metrobüsten inememe korkum var, bunu yenebilir miyim? Sürekli elleniyorum ne yapabilirim? Metrobüste bir kadın görünce dayanamıyorum ve elliyorum; hatta hemen pipim kalkıyor bunu nasıl önleyebilirim? Metrobüsten inince büyük bir boşluğa düşüyorum, bunun sebebi nedir? Metrobüste sürekli birilerine aşık oluyorum ne yapabilirim? Bir dayıyla öpüşmek üzereydim, çok yaklaştım; ben gey miyim? Kıçımda sertlik hissedince neler yapabilirim? Yaşlı insanlara yer vermek istemiyorum, ne yapabilirim?



Olum böyle de çok resmi oldu ya. Kendimi saçma sapan dergilere röportaj verirken insanlara naif görüneceğim diye götü sıkan, tam osuracağı vakit ayıp olur diye içine atıp patlama noktasına gelen yazarlar gibi hissettim. Neyse, konumuz bu değil.
Metrobüs bir toplu taşımadır, topsuz giriş yasaktır. Alshlahsjka durun lan gitmeyin özür dilerim, boş bulundum :(

Metrobüs İstanbul trafiğini hafifleteceğine inanılarak, tonlarca trilyonlar sayılıp sonra motoru o kadar insan sayısını kaldırmadığı için baştan modifiye edilen ve insanı tam bir sümsük gibi hissettiren bir grup seks taşıtıdır. Metrobüse binenlerin ilk başlarda yaşadığı en büyük problem insanların arasında kaybolmaktır. Evet, yanlış duymadınız; ortalık o kadar sıkışıktır ki, bir süre sonra kaybolursunuz, kaybederler sizi. Ya kapıyı bulamazsınız, ya da biriyle o kadar iç içe girmişsinizdir ki o kişinin minimum 5 maksimum 6 deliğinden birinden girip kaybolmuşsunuzdur.
Böyle durumlarda korkmayın, ilk ellenen ya da kaybolan sizler değilsiniz. Ailenizin Profesyonel Metrobüs Binicisi Tolga’nın önerisi şudur; özellikle boş metrobüs gelince dil,din,ırk,mezhep,cinsiyet,yaş kavramı yapmadan dalın. Yanınızda teyze mi var? Koyun omuzu gitsin. Çünkü hepimizin bildiği üzre, yaşlı teyzelerin gazabından anca onlara aynı şekilde karşılık verebilirsek kurtulabiliyoruz. Yaşlı teyzelerden çektiğimiz bir başka olay da yer verme olayıdır. Malumunuz merhametli bir milletiz, bizden sağlıklı olsa dahi yaşlı biri geldimi hemen yer veririz. Yer vermek istemiyor musun? Uyumuş numarasası yapmak artık tarihte kaldı. Gözlemledim, araştırdım ve hipotez ettim. Bu olaydan kurtulmak istiyorsanız uyumuş numarası yapmayın, kafanız sürekli yeni uykuya dalıyormuşunuz gibi sağa sola devrilsin. Böylelikle teyzelerin kafasında bir “kıyamama” sembolü olup, yer isteme olayından otomatik olarak yerinizin sağlamlığını garantileyeceksiniz.

Bir başka sorunumuz ellenmektir. Bende çok ellendim, dert etmeyin bir şey olmuyor. Bir süre sonra kıçınızın yanakları uyuşuyor. Mesela yaptığım araştırmaya göre(kendimden yola çıkarak söylüyorum) en çok kıçımızın sağ yanağı elleniyor. Sadece birkaç sefer ellemek değil de bir daha hard olan yönteme maruz kaldığım söylenebilir. Direk götümün sağ yanağını sıktılar. Bu konuda en benimsediğim elinin tersiyle ellenmek. Bu sayede hem bir şey hissetmiyorum, hem de elinin tersiyle elleniyorum yahu ne olacak. He bir de yine kendimden yola çıkarak söylüyorum; bayanların erkeği elleme oranı en az erkeğin kadını elleme oranına kadar fazla. Bizzat söylüyorum ki, kadınlar ellemek istediği zaman sağ ya da sol yanağı değil de, direk ortadan dalıyorlar olaya. İşte bu rahatsızlık. Lütfen bayanlar, illâ elleyeceğim diyorsanız kıçın yanaklarından birini seçin, direk ellemeyin. Bir de yine bayanların göğüsleri sürtme olayı var. Bazı kadınlar öyle çok meme sürtüyor ki, bir süre sonra meme uçları bir neşter gibi keskinleşiyor. Siz anlamaz zannediyorsunuz ama anlaşılıyor efendim,  lütfen memenizi sürtmeyin. Bu şekilde sürtüşmeye maruz kalan erkeklere söyleyebileceğim en basit çözüm yolu, yüzünüzü o bayana dönerek sizde oluşan sertleşmeyi göstermek. Höött şaka yaptım lan. Tabi ki olay yerinden mümkün olduğunca uzaklaşacaksınız(yersen)

21 Ocak 2015 Çarşamba

Bir Kadıköy İncisi; "Boklu Dere"



Zamanında çok enteresan bir düşünceye kapılmıştım. Tanrı’nın bir zamanlar İstanbul’da yaşadığını ve kimseye anlatamadığı bir derdi yüzünden büyük sıkıntılar çektiğini bu yüzden de cennet ve cehennemini bu şehre inşa ettiğini düşünmüştüm. Çünkü Tanrı olmak bunu gerektirirdi değil mi. O yalnızdı ve yalnız olmak zorundaydı. Bir adalet sağlayıcısı olmak için, önce tüm parçalarından kopmak lazım. Belki de Tanrı’nın bile laneti buydu; İstanbul..
            Tabi bu durum biraz yaşadıklarım ve gözlemlediklerimle de alakalı olabilir. Türlü türlü şeyler gördüm, yaşadım. 

İkibinaltı yılını genelde Kadıköy’de geçirdim. Fenerbahçe’liyim. Bu yüzden genelde bizim stadın o civardaydım. İşin fanatikliğinden  ziyade karaborsadan iyi para kazanıyordum. Birde seviyordum namussuz semti, her şeyi güzeldi. Burnunun dibinde koskoca denizin, az yukarısı ağaçlık, e kızları desen on numara; o yaşlarda biri için cennet sayılacak bir yerdi. En büyük makarayı da orada yaptık en büyük kavgaları da. Kadıköy’ü sevmemin en güzel nedenlerinden biri de boklu dere. Gerçi orada oturanlar “Boklu Dereye”  “Kurbağalı Dere” dese de, herkes bilir ki orası boklu deredir. Ve herkesin aksine benim düşüncem tam tersidir; Boklu Dere Kadıköy’e kesinlikle güzellik katar. Çünkü etrafımıza hatta kendi yaşantımıza baktığımızda üç doğru şeyi ard arda göremeyiz, var mıdır gören? Var mıdır benim hayatımda her şey tıkırında gidiyor diyen.. Varsa siktirsin gitsin. Yok lan şaka yaptım, durun.

Boklu Derenin samimiyeti bende hep özeldir. Bütün güzelliklerin ortasında insanların boku dolanır durur. Bir de kokar ki; ben böyle güzel resital bilmiyorum. Geceleri boklu derenin etrafı kalabalık olurdu, şaşırırdım ilk başlarda, sonradan anladım; kendimden yola çıkarak anladım. Bütün leş adamların mekânı haline gelmişti orası. Bok boku çekiyordu. Hayat bizleri doğurmamış, sıçmıştı. Bu yüzden herkes atasının mirasına sahip çıkıp, o bok kokusuna teslim ediyordu kendini. Özellikle yaz ayları çekilmez hal alıyordu. Bazen içimde ki tüm bokluğa rağmen ben bile zor duruyordum. Ama biliyordum ki bu da bir testti. Bir dayanıklılık testi. “Sen ne kadar boksun” testine sokuyordu insanları boklu dere. Bende tüm samimiyetimle diyordum, ben bir bokum; içim dışım her yerim bok. Kokuyorum ben.. Bir sessizlik çökerdi sonra. Nasıl yaptım ne zaman gittim anlayamaz, kendimi rıhtımın orada bulurdum. Güzel yüzünü gösterdiği zaman pek güzel oluyordu namussuz. Öyle güzel ki o vapurların sesi, martıların yalnızlık çığlıkları tam bir terapiydi; ruhsal masturbasyon..

18 Ocak 2015 Pazar

- GÜZ AĞACI -


..Yeni mevsimler, yeni yaşlar
yeni zaman, eski zaman..
başına buyruk bir sarhoşluk bendeki
sebepsizce açan çiçeklerin anlamsızlığı var üzerimde
yalnızım, üşüyorum.
dışarısı onca yalnızlık katilleriyle dolu
bir seri katil arıyorum sanki
ya da bir cellat
her ikisi aynı değil miydi ki?
değildi.
seven ile sevebilen arasında ki fark gibi
çiçeklere "niye açıyorsun ulan" diyen sığır gibi
sırf sığır olduğu için çiçek yiyen o canlı gibi
karmaşalar içinde her yanım
karmaşığım ben
karmaşığı karıştıracak kadar karmaşığım
merhaba bank
merhaba ey geri dönüşüme kurban gidecek şişe
içinde su birikmiş
içimde sular birikti
bir zamanlar kalbimin en yağmur alan yeri
yağmur duasına çıkacak kadar eridi
eskitiyorum her şeyi;
gördüğüm, duyduğum
hissettiğim, sahiplendiğim
yaşadığım, yaşamak istediğim
her şeyi eksiltiyorum bir bir
kenarında, yaya kaldırımında seyrettiğim yaşamın
en süratli bekçisiyim
bir renk arıyorum benden öte, bir renk
gökkuşağını kıskandıracak
yağmur sonrası toprak kokusu tadında
üzerine çiğ düşmüş o yalnız bankın tam solunda
yani kalbini delip geçercesine
bir renk, benden öte; benden uzak..
bir dünya var ki bitmeyen bir zemher
titriyorum
üşümek değil bu biliyorum
sebebini bilmediğim bir hüzün besliyorum yüreğimde
öyle  köşeye kıvrılıp köreltiyorum
bir köşeme gidiyor
ben köşeme gidiyorum
tuhaf..
tuhafım
payıma düşene eyvallahım
ne yapsam ki
nasıl söylesem
çayımı soğuttum ikidir
bir fırçayı hak ettim.
ben hak ettim
ben çayımı soğuk içmeyi hak ettim.
merhaba kaşık
üzgünüm, şekersiz içiyorum.
herkes payına düşer yaşarmış,
affet
beni affet
ben beni affedemiyorum, sen affet.
 
t.yazıcı
13.01.2015 / 00:00

12 Ocak 2015 Pazartesi

Hey! İki Porsiyon Rutubet Lütfen



Hiç bakmayın öyle, başlarda benim de aklıma gelmedi yaşanmışlığı yazmak. Ne güzel kurguyla hikayeyle devam ediyordum, kendim kaşındım; ne deseniz haklısınız.
Gerçi her şey Birol Tezcan’ın suçu. Ot’ta (dergi) “Hastane Hikayeleri” diye bir köşesi var, o’nu okudukça benim yaşanmışlıklar yukarı yukarı çıktı. Dayanamaz hale geldim artık, inanın yazmasam delirecektim, geceleri rüyalarıma girmeye başladılar. Sikeyim böyle işi, hiç bu kadar zorlanmamıştım.

Şuanda şu cümleyi yazarken bir yandan da acaba başlığı ne yapsam diye düşünüyorum. Neyse, en son bir kılıfa sokarız onu da. Oturduğum mahallenin %80’i Artvin’liydi o zamanlar, yani çocukluğumda. Benim büyükbabam filan sağolsun, ev yapmış; başımızı sokacağımız bir yer bırakmış çok şükür. Tabi İstanbul’a geldikleri zaman bundan bi yetmiş sene öncesi filan, ben Sefaköy’deyim, az yanımız Florya; bazen derim ulan az daha ileride bir ev yapsaydınız ne olur. Sormuştum bir sefer babama bu durumu, o da söylemişti hem oturduğumuz evin hikayesini, hem çevresini. E tabi Artvin’den İstanbul’a gelince ne yapsınlar, nerede çok memleketli var oraya yerleşmişler. O yüzden çevremizin çoğu Artvin’liydi o zamanlar. Şimdi yarısından çoğu gitti. Kimi göçtü gitti bu diyardan, kimisi semte dayanamadı başka yerlere gitti. Çocukluğumuzda top oynadığımız hiçbir araziden şuan eser yok. Eskiden okuduğum İlkokul piknik niyetine ikiyüz metre aşağıdaki kavaklığa götürürdü bizi, bunu gezi niyetine sayar sevinirdik. Şimdi orası evlendirme dairesi oldu. Çok şey beklemiyorduk lan. En büyük gayemiz, Summani Kırtasiyeden taksitle aldığımız halısahalarımızın çabuk parçalanmamasıydı. O halısaha ayakkabı bir yıl yetmek zorundaydı çünkü.

Tabi herkes birbirini tanıyınca, bazı işlerin demirbaş kişileri de hep belliydi. Mesela mahallenin sucusu belliydi herkes oradan su alırdı, bakkalı belliydi, tuhafiyecisi belliydi, ayakkabıcı belliydi. Bir de mahallemizin boyacısı vardı. Adı Topçu. Her seferinde cevabı verse de ben bıkmadan usanmadan sorardım. “Ya Topçu abi, senin adın hakikaten Topçu mu? O da tinerden perişan olmuş ciğerinden çıkan solukla bir şeyler anlatırdı bana; babasının hasta Beşiktaşlı olduğunu bu yüzden onun da büyük bir topçu olabilmesi için adını bu şekilde koyduğunu söylerdi. Hüzünlenirdi bunları anlatırken Topçu abi. Sağ dudağının orada devamlı bir sigara olurdu, bazen dudağında bir sigara olduğunu unutur bir tane daha yakardı. Tabi böyle zamanlarda küfrederdi hafiften de olsa. Bir den onun için bir kayıptı. Hayatta bazen küçük şeyler bile bizi tamamlayan birer unsurlardır, Topçu abinin tek dostu sigarası ve fırçasıydı. Boya yaptıktan sonra fırçasını kendi bebeğini severmiş gibi temizler, sert ve kuruyan yerlerini özenle yumuşatırdı. Evlenmedi Topçu abi, kendi bebeğinin gıdısını öpemeden tükendi gitti çağı, o da başka şeylere sardı işte böyle. Kimi zaman boya kutusunu sevdi, yeni boya gelince değişik bir sevince kapılırdı. Hani kitap alırız da onu koklarız ya, misler gibi kokar; o da elinde olanların her zaman kıymetini bildi. Etrafında ki sevebilecek her şeyi sevdi. Bir yer kavramı yoktu, onun için hayat “boya + kahve + ev” di. Gerçi sonraları iddaa çıktıktan sonra ona da sardı ama, genelde bu üç denklemle geçiyordu hayatı. O yüzden bazılarımız zamansız yaşar. Hangi zamandayız neredeyiz ne yapıyoruz hiç fark etmez.