25 Mart 2017 Cumartesi

Pera

Bu sessizlik sen konuştuktan sonra bozulacak biliyorsun değil mi Derya. Duyu organıymış bunu tetikleyen. Hani evde televizyonda izlediğim bir belgesel var ya, yavru zebra tehlikede olduğunu anladığı zaman bir ses çıkarırmış titreşimli. Bunu duyan anne-baba veya yakınları hemen sese doğru hareketlenir, sesin verdiği mesajı üzerine topluca sese doğru hareket eder, varsa bir tehlike grup halinde tehlikeye müdahele ederlermiş. Hadi bakalım, şimdi sıra sende…  Ölü iklimi, ruhları biraz diriltelim değil mi…

Ayhan eve giriş yaptıktan sonra karanlığa doğru sesleniyor; “Haydar, ben geldim oğlum.” Sesine bir ses değmeyince kendince hayı*anıyor, ah be çocuk gecenin bu vakti nereye gittin yine. Banyoya girip yüzüne üstünkörü iliştirilmiş makyajı temizliyor Ayhan. Makyözlere küfrediyor, içten içe kıskançlık belirtilerini gösteren cümleleri bir bir dökülüyor ağzından.
Tabii ya, kim ne yapsın Ayhan’ın kıytırık suratını. Bir Süleyman Turan makyajına bak bir de benim. Ah o Memoli’deki başkomiser seçmesini ben kazanacaktım kiii, bak bakayım o zaman nasıl pervane oluyorlardı. Ulan, Çetin Tekindor yahu, sette beklerken bir simit alır, akşama kadar onunla idare ederdik. Şimdi çıksam karşısına suratıma bakmaz eminim.

Ayhan banyodan çıkacakken kapı tıkırtısını duydu. İhtimal dahilinde gelenin oğlu Haydar olduğunu düşündüğünden söze doğrudan girdi; “Ah be oğlum, saat kaç olmuş ben sana demiyor muyum 11’den sonra dışarıda çok kalmamaya gayret et diye.”Haydar cevabını çok önceden hazırlamış gibi es vermeden konuşuyor. “Annemin yanındaydım baba ya, hem Derya’da benimleydi. Sanki çok çevrem varmış gibi.. ben yoksam nerede arayacağını biliyorsun en azından.. ya ben ne yapayım? Acaba hangi vurdulu kırdılı sahneye gitti de yine kafasını gözünü dağıttı diye düşüne düşüne kendimi yiyorum. Bu akşam neredeydin, yüzün kireç gibi bembeyaz?

“Üsküdar’daydık, ikinci kattan aşağıya atlama sahnesi vardı. Ama merak etme, geçen seferki gibi olmadı, bu sefer tam şişme minderin üzerine tuttum.” Burada gülümsüyorlar. “Eeee” diyor Ayhan, Derya ne yapıyor bakayım, kızdırmıyorsun onu dimi… bak biliyorsun onun ayarı bir kaçtığı zaman çok uğraştırıyor. “Bilmez miyimmm” diye yarı gülümseyerek sitemle iç çekiyor Haydar.
Annen nasıldı diyor Ayhan, yine o her zamanki koşturmaca hallerine devam mı? – Evet anlamında başını sallıyor Haydar ekmeğin arasına peyniri büyük titizlikle koyarken. “Hiç yorulmaz mı yahu, yorulmaz yorulmaz” diye kendini onaylıyor. Olum nasıl yorulsun, alışkanlık bu; yıllardır sonuçta hep.. hep aynısı olunca, yorulmuyor tabi.. Babaaa! Baba! Neredesin! Heh, yorulmaz yorulmaz.”“Tamam oğlum, yorulmaz tabii. Yarın da gidecek misin yanına?”“Gidicem tabii, o beni görmeden yapamaz kii, üşür o, hem Derya’ya da çok alıştı, onun da sesini işitmezse kızar bize. Peki sen ne yapacaksın?”

“Yarın bir bar sahnesi var oğlum, korkacak bir şey yok.  Boş taburede öylece oturacağım. Yüz elli lira vereceklermiş, iyi para.”Ayhan, Haydar’ın başını okşayıp yanağına bir buse kondurduktan sonra yataklarına gidiyorlar. İki dakika sonra elektrikler gidiyor. Ayhan’ın bir organı yerinden sökülmüş gibi Haydar’ın odasına giriyor. “Oğlum” diyor, “meteor bak yine meteor. Senin yıldızları korumak için onları söndürdü. Ben hemen halledeceğim.. heh işte böylee” deyip tavana yansıyan yıldızları taktığı pille yerine getiriyor.

“Meteor baba” diyor Haydar yutkunarak, “Yıldızları koruyor, kolluyor. Aynı senin gibi..”S
abah kahvaltısını edip sofrayı topluyor Haydar. Gün içerisinde kendisine yetecek kadar da yolluk yaptıktan sonra caddeye atıyor kendisini. Önce galata kulesinin oraya geçip kuleye beş dakika boyunca aralıksız bakıyor. Az yukarısında Hafız Mustafa’dan bir sütlaç yiyip günlük rutinini bozmuyor. Her cumartesi karşılaştığı ve her seferinde büyük şaşkınlıkla karşıladığı cumartesi annelerinin sloganlarını hüzünlenerek dinliyor. “Bu teyzeler diyor” Haydar Derya’ya bakarak. “Neden her hafta buraya gelip ağlıyorlar Derya, anlıyor musun?” diyor. Ses çıkmayınca yolunadevam ediyor. Demirören AVM’ nin orada bir yeri gözüne kestiyor. Bugün hafta sonu epey kalabalık olur diye Derya’ya doğru. Tam o sırada, St. Antuan Katolik kilisesinin oraya bırakılan bir kutuyu görüyor. Koşar adım kutuya doğru gidiyor, abii abii diye sesleniyor kutuyu bırakanların arkasından. Biri dönüp telaşla bakıyorHaydar’a doğru. Bir karar vermesi gerekip o kararın içinde sıkışan birinin surat ifadesine bürünüyor suratı. Sol cebinden bir cep telefonu çıkartıp bir tuşa basıyor.
“Deryaaa” diye bağırıyor Haydar üç dört kez çevresindeki kalabalığa rağmen sesi adamakıllı duyuluyor. Derya kim diyor biri yerde yatan Haydar’ın ensesinden tutarak. “O.. o…” diyor parmağıyla yerdeki klarneti gösterek.”

 “Annen kim, diyorlar; nerede arayalım.”“Burada ya” diyor Haydar, o hep burada.“Hani, kim. Adını söyle de seslenelim.”Yarı baygın ismini sayıklıyor. “Pera… annemin adı Pera… Pera benim annem.. canım annem..”o ana dair aklında en son kalan mavi kırmızı yanıp sönen ışıklar oluyor…Haberi tam yedi saat sonra alan Ayhan, Pendik’teki çekimlerden taksiyle Taksim İlkyardım hastanesine geliyor. Taksiciye günlük yevmiyesinin tamamını ödedikten sonra avazın nasıl çıktığını bilmemesine rağmen sırf bu deyim lâikıyla yerini bulsun diye bağırıyor. “Haydar, oğlum neredesin, ben geldim.” Özel güvenlik önünü kesiyor, “bağırmayın beyefendi, burası hastane, kimi arıyorsunuz?”adamın alnının ortasına bir kafa çakmak istiyor ama, bar sahnesinde kafasında kırılan 3 viski şişesinden sonra bu durum pek mantıklı gelmiyor.Yanına beyaz önlüklü biri geliyor, boynunda steteskop saçlarının neredeyse tümü beyazlamış. “Haydar sizin çocuğunuz mu?” diyor. “Evet, evet benim oğlum, Haydar’ım” diyor nefes nefese.
 Annesine de ulaşmaya çalıştık telefonundan ama
bulamadık rehberden. “Pera” diyor annesine, siz ulaşabilirseniz seviniriz, çünkü sürekli onu sayıklıyor. Ayhan’ın alt dudağı titremeye başlıyor. Doktor elini sol omzuna atıyor teselli mahiyetinde. “Doktor bey” diyor, “Pera olarak dediği, yani annesi olacak bellediği kişi İstiklal Caddesi.. Haydar.. oğlum benim.. Otistik o.. Annesi  İstiklal Caddesine bıraktı onu bir ilkbahar günü.. hem de.. hem de biliyor musunuz tam galata kulesinin önüne. Annesini ölümsüz biliyor ama Derya’sız yapamaz o.. Ne diyorum ben ya, Haydar’ım iyi mi?”“İyi.. iyi merak etme” diyor doktor, duyduğu her cümle üzerinde bir dinamit gibi patlıyor… “Hadi gidip bir tane Derya’sından alalım da, iyileştiğinde hepimizi bir dalgalandırsın sesiyle…

21 Mart 2017 Salı

Kürt Ercan


Mikâil’in bizlere bazı zamanlar yolladığı bilinçli mesajlar vardır atmosfere doğrudan etki ederek. O gün de onlardan birindeydik. İnsanı gırtlağını sıkıp duvara zımbalayan bir hava var, boğuyor insanı / boğuluyordum. Kararmış bulutlar, yağmayan yağmurun verdiği sancıyla cılızca inleyen göğün gürültüsü.

Beyaz pantolonumdan bir şey yanıp sönmeye başladı. O zamanlar telefonun arkasına bir şey takardık, biri aramadan / mesaj atmadan önce yanıp sönerdi zımbırtı. Mesaj Ercan’dan gelmişti. Doğrudan konuşmayı severdi Ercan, zaten Türkçe’si kelimeleri süslemeye yetmezdi, istese de beceremezdi.

“Anamı sikti bu kız Tolgam, gel parktayım” yazmış. Bizim Park, Sefaköy Atatürk Parkı. Atatürk büstünün orasıydı bizim sığınma yerimiz. Parçalanmış Gülüşler’i okuyanlar bilir, orada da orasını yapmıştım yabancılık çekmeyeyim diye.
Gittim, Atatürk büstünün üstüne çıkmış Mustafa Kemal Paşanın havaya kalkmış sol topuğunun oraya zulaladığı cigaralığı çıkarmaya çalışıyordu. Sarmayı mahallede en iyi ben becerdiğimden, beni görür görmez selam vermeden titreye titreye zıvanayı uzattı. Attığı mesajın bilincinde acele şekilde sardım. Elim burada pembeleşmiş olabilir, yani kötü sarıcı / içici diyebilirdi uzaktan bakan biri benim hafiften pembeleşmiş elime bakarak.
Bitirdiğimi anladığı an cebinden çıkardığı kibritin içerisinden 4 adet kibriti alıp hepsini aynı anda kibrit kutusuna sürttü. Tek kibritin esrarı ateşlemeyeceği bilincindeydi. Yakar yakmaz, közün cigaranın tamamına yeteceği kanaatini getirdikten sonra derin bir asıldı. Karın boşluğu sırtına kadar çekildi. “Yavaş, yavaş amına koyayım” dedim cigarayı bana vermesi gerektiğini hatırlatacak el hareketiyle. Bir duman asıldım, bir daha.. peşine bir daha. Ercan büste sırtını dayamış ağzımdan çıkacak soru kipini bekliyordu. Bu isteğini kırmadım: “ne oldu la hayırdır dedim gök yüzünün çıkardığı sesten ürpererek.”

“Anamı sikti bu kız Bedo, anamı sikti..” 

Bedo benim o zamanki lakabımdı. Başka bir şey demedi Ercan, anası ve sevdalısı ile ilgili aynı cümleyi aynı ses tonuyla tekrarlayıp durdu. Dünyanın esrarını içsen bile ulaşamayacağı kafadaydı henüz bir duman almasına rağmen.
“Ne oldu Ercan, söylesene olum.”
“Git dedin, konuş dedin.. halden anlar kız dedin.”
“Eee ne yaptın, gittin mi?”
“Gittim ya gittim” dedi cigaralıktan sert bir nefes daha alarak ve peşine anası ve sevdalısı hakkındaki betimleyici sloganı tekrarlayarak.

“Ne dedi olum, söylesene” dedim. Ağladı lan, ağladı. Bizim Ercan. Kürt Ercan.
“Moruk” dedi, demesiyle tekrardan hıçkırıklara boğuldu. O ara daha fazla dayanamayan gök yüzü mü yoksa göz yaşım mı bilmiyorum, sağ yanağımdan akıp gitti. Acınacak haldeydi bizim kürt. Çöktüm yanına, on altı yaşındayız lan o zaman. Sikerim böyle aşkın ızdırabını.
“Mahallede önünü kestim” dedi ağlaması biraz durunca, “senin tembihlediğin gibi de tane tane konuştum olum, vallahi kürtçe bir şey demedim. Sevil, ben seni her gördüğümde bir başka oluyorum; daha farklı bakıyorum dünyaya…. Sonra baktı bana, suratındaki ifadeyi bir gör len. Bir gülümsemesi vardı ki, zanarsın Gabar Dağına çıkmışsın, en tepesine. Elinde bir mısır püskülü, fonda da Kazancı Bedih türküsü..”
“eee ne dedi olum” dedim sabırsızlanarak.
Dudağı titreye titreye, bir an önce söylesem de kurtulsam der gibi titreye titreye yağdırdı kelimeleri gökten birden yere doğru inen damlalar gibi.
“Sen” dedi moruk, “sen dedi.. adımı bile söylemedi… sen benim bırak sevgilim, kapımdaki köpek olamazsın.”
sustum öylece, orada. Kafamı göğe doğru kaldırdım. Hangi tanrıdan ne istedim o an bilmiyorum ama yağmur birden durdu. Yağmur bütün kötülükleri temizlese keşke diye düşünmüştüm. O ara bir şeyler düşünmek zorundaydım Ercan’ın söylediği cümleyi unutabilmek için. Aradan yıllar geçti, yok unutamam.. ben ne o ses tonunu.. ne Ercan’ın haykırışını.. ne onun elini tutup ona teselli olsun diye anlattığım saçmalıkları kimse unutturamaz. Sustum hakikaten, on beş dakika öylece kalıp kalkıp gittik. Yıllar sonra konusu açıldığında söyledi Ercan, “o an ne desen yapardım, öl desen ölür, öldür desen öldürürdüm moruk iyi ki sustun” dedi. Bunu derken bile sesi titredi, hatırladı o anı.. sayıkladı kendince.. “ah be kızım” ve kendince en hakikatli acı çekme cümlesini yine kurdu..

 “anamı sikti be olum, anamı..”

17 Mart 2017 Cuma

Her Cuma Radyo Kemerburgaz'dayım

Çalıştığım kurumun radyosunda her cuma 19:30-21:00 arası 'Eksi Bir' adında bir program düzenliyorum.
Biraz edebiyattan biraz hayattan
Beklerim :)

Yayını: radyo.kemerburgaz.edu.tr adresinden dinleyebilirsiniz


13 Mart 2017 Pazartesi

Kömür Karası


“Huhuu sana diyorum” diyor.
“Dalmışım, kusura bakma” diyorum.
“Bunu hep yapıyorsun, sıkıldıysan söyleyebilirsin” diyor.
“Sen de mi?” diyorum.
“Benim gibilerden çok var herhalde” diyor.
“Neden kendini bu kadar değersizleştiriyorsun” diyorum.
“Yahu insanın algısı kendi ismine bilmem kaç derecede yatkındır, adınla sesleniyorum sana yine yok, gözünün önüne perdeyi ne çabuk indiriyorsun.”
“Sanırım o perde benim” deyip suratımda bir ıslaklıkla kendime geliyorum. Yüzüme su çarpıyor. “Böyle şeyler filmlerde çok oluyor” diyorum suratımı sol kolumla silerken. “Siktir git” deyip çekip gidiyor. Siktir çekilip gidenlerden oluşturduğum defterime bir tik daha atıyorum. Sayısı iki elimdeki parmakları geçiyor. Çok olmuş diyorum kendime, barmen hatun çok oldu bu diyor. Oha sayısını sen nereden biliyorsun diyorum. Bir şey anlamıyor. “Yüze su çarpmalar filan bu kadarı çok, neden tepki vermedin” diyor. “Çünkü haklı” diyorum. Elindeki işi bırakıp yanıma geliyor. Burnuyla burnum arasında bir karışlık aralık ya var ya yok. Öpüşeceğiz hissine kapılıyorum birden. Birkaç hormonum harekete geçiyor. Tam o ara Can Gox – Unutma Beni çalıyor. Gençliğimden bir yere ulaşıp orada sıkışıp kalıyorum. Lise zamanı bir yandan Müslüm Gürses dinleyip diğer yandan porno izleyip otuzbir çektiğim o vakitler. Değişik bir hazza kapılıyorum. Başım eğik, gözlerim devrilmiş. Kulak mememe kadar gelip bir şeyler fısıldıyor. İçim kamaşıyor. Şurada dön sikicem seni dese domalıcam, o derece.
“Arkanda, seni izliyor – gitmedi bir yere” diyor.
Üzülmekle sevinmek arasında bir yerlere sıkışıyorum yine. Dönüp bakıyorum. Boynunu bir martı gibi büküp alt dudağını yiyor yine. Bakışımdaki fırçanın farkına varıp yemeği bırakıyor dudağını. Huyumu sikeyim, ben birine sahiden inandığım zaman ezberliyorum artık alışkanlıklarını, siktiğimin insanlarını izleyip yorumlamam bir yana dursun değer verdiğim kişiler konusunda titizlenirim. Beni hep öyle arkada izledi mi, hangi ara gitti de geri geldi hiç bilmiyorum. Tek görebildiğim yanında bizim Kürt Ercan’ın da olduğu. Ercan’ın en önemli özelliği kötü günlerde ortaya çıkması. Düğünlerde, cenazelerde, borç harç olunca filan.. yani Ercan’ı gördün mü anla ki kötü günündesin. Bazen düşünürüm bu adam benim yarattığım bir hayali karakter de başım sıkışınca mı bir ortaya çıkıyor diye.

Ercan geliyor yanıma, alttan alttan soruyorum
“Lan olum kızı ben bir aydır tanıyorum, hangi ara tanıdı seni de çağırdı.”
Asiye suratını asıyor, “bir ay ya, tabi bir ay.”
Ercan kolumu sıkıyor. “Ne bir ayı hayvan, Asiye lan o bizim Asiye.”
Bakıyorum suratına, hakikaten Asiye bu. Adını söylüyorum.. Asiye.. Asiye.. Her seslenişimin ses tonu bir haykırış gibi.. bir damla göz yaşı oluşuyor, Asiye’ye sesleneşimle birlikte sözcükle çıkıyor. Sözcüklerimde gözyaşı taşıyorum lan, tuzlu tuzlu. Sesim yanıyor.

“Özür dilerim” diyorum soda şişesine soktuğum işaret parmağımı delikten çıkarmaya çalışırken.
“Asiye yardımcı olacak sana” diyor Ercan. Kürt Ercan. Amını ızdarıbını siktiğim. Her başım sıkıştığında hızır gibi yetişmek zorunda mı.  Parmağımdan çıkmıyor şişe. “Benim yardıma ihtiyacım yok” deyip barın tezgahının oradaki duvara vuruyorum. Şişe kırılıyor ama üst taraf sıkıştığı yerde hala sabit. Ben olsam bana gülerdim ama gözlerdeki dehşet verici ifadeyi fark ediyorum. Acıyorlar bana. Bu birilerine acımanın bakışı.
“Elin kanıyor” diyor Asiye. Yüzüne ilk kez o zaman dikkatli bakıyorum. Elmacık kemiği, elmacık kemiğiyle arasında uçurumlar olan havaya kalkık burnu. Gözleri… Yeşil desem değil, lacivert hiç değil. Bir hırıltıyla bakıyor insana. Ürkütüyor.
“Asiye” diyorum Ercan parmağımdaki soda şişesini çıkartırken.
“Ben seninle karşılaşacağımı bilseydim başka türlü yetiştirirdim kendimi.”
Duruyoruz burada, öylece.. sadece durmak için durmuyoruz. Ne bileyim, oradaki o duraksamada bir anlam, bir mantık var… Az önce kurduğum cümle benden çıktı zannediyor. Sultan Makamı dizisini izlemediği için şükrediyorum. Çünkü gülüyor. Sahipleniyorum, sahip çıkıyorum. Gülsün istiyorum, gülsün. O gülünce Ercan yok oluyor. Panikliyorum. “Asiye” diyorum, “Az önce yanında biri vardı dimi, bizim Ercan; Kürt Ercan.”
“Vardı ya diyor yanıma iyice yaklaşıp. Sen söyledin bana çağır diye.”
“Haa tabi ya, ben çağırttırdım” diyorum olayı hatırlamasam da hatırlamışım gibi..
“Neden” diyor sonuna bir kip koymadan. Biliyorum, orada soru işareti de ünlem de aynı anda var. Üzerime üzerime yağıyor o kipler, kaçmak istiyorum.. Asiye kolunu koluma kelepçelemiş; sıyrılamıyorum.
“Gel başımın belası, gel” diyor.
Çıkıyoruz oradan. Hava kömür gibi… rengi de kokusu da. Kör eden bir karanlık bu, leş kokuyor. Asiye’nin saç rengini o zaman fark ediyorum. Maviyle yeşilin karışımı bir şey. Ercan gibi o da her griye döndüğümde rengarenk haliyle karşıma çıkıyor.
Kolunu koluma kenetliyorum.
“Hadi sana kokoreç ısmarlıyayım” diyorum.

“Ayran benden” diyor.