Müzeyyen
+Vay Sadık bu odanın hali ne olum, sen şimdiden yazar
kafasına girmişsin. Böyle devam edersen senin kitap işi olacak haberin olsun.
Duvara yapıştırdığın her cümleye bir anlam yüklediysen işin içinden çıkamazsın
ama. Yazmak, böyle boktan bir şeydir. Birçok anlamlı şey bile yan yana geldiği
zaman inanılmaz, saçma sapan şeye dönüşür; şaşar kalırsın bunca güzellik yan
yana gelip bu kadar çirkin şey nasıl oldu diye.
-O bazen değişebiliyor abi, bak mesela benim annem dünyalar
güzeli bir kadın; keza rahmetli peder beyimiz de öyleymiş; resimlerinden
gördüm. İki anlamlı şey çiftleşmişler ama benim gibi bir kötülük çıkabiliyor.
İnsanlığın bildiği en büyük yanlış ne biliyor musun abi, iki yarım hiçbir zaman
bir tam etmez.
+Tam yedi saniye sonra kaybolup gitti. Yazıyor bu kağıtta, ne bu? Bir kızı mı
kesmiştin.
-Yok, hayır insan yüzünde ki gülümsemenin gidiş saniyesini
ölçtüm.
+Sen hakikaten enteresan adamsın Sadık. Bak mesela, bu
kağıtta sadece “Müzeyyen” yazıyor, o nedir?
-Bazı şeylere anlam yükleyebilmek için önce anlam yükleyecek
şeyin anlam yüklenecek bir şey olması gerek.
+Kimdi bu Müzeyyen?
Çıkmaz
sokaklara hikâyeler uydurmaya bayılırım. Kendime benzetirim onları. Ne garipler
değil mi? Koskoca bir evren varken, onun kaderinin duvarları örülüdür, birileri
gelir ondan ama gidemez. Gitmek için yine geldikleri yere giderler, bu yüzden
çıkmaz sokaklar kimseyle vedalaşamazlar.
İki yan sokağımızın meğerse kaderi örülüymüş, tam yirmi üç
yıl sonra fark ettim bunu. Bir yağmur sonrası siyah beyaz gökyüzünün
refakatinde kurulanmak için atmıştım kendimi o sokağa. Salak kafam, gökyüzünün
tavanı olabilir mi hiç. Ayağım mazgal kapağının arasına takılıp düşmüştüm.
Giydiğim kot pantolonumun sol yanı öylece ıslanmıştı. Elimle dört kere kirli
yere vurup çamurlu yerin yere dökülmesini sağladım. Tam o sırada göz hizama
beyaz bir mendil takıldı. O an o mendilin nereden geldiğini sorgulamayacak
kadar canım yanmıştı düşmenin etkisiyle.
Paçamı sildikten sonra, çamurun etkisiyle grileşen peçeteyi
montumun sağ cebine koydum. Kafamı havaya kaldırmamla birlikte kıvırcık saçlı,
gözleri normal insanın iki katı büyüklüğünde, burnu hafif eğik bir kadının
gülümsemesi karşıladı beni; gülümsedi. Yedi saniye boyunca bir şey
söylemediğimi anlayınca sağ elini sol omzuma koyup “iyi misin” dedi. “Tam yedi
saniye sürdü” dedim. Tekrardan gülümsedi. Hakikaten yedi saniyeyi
şaşırtmıyordu. Ne güzeldir bir insanın gülümsemesini yedi saniye tutabilmesi
suratında diye düşündüm. “Bir yerin acımıyor ya, çok kötü düştün; ne işin var burada
senin” dedi. “Kurulanmaya geldim” deyince hiç sorgulamadan ceketini çıkarıp iç
kısmıyla başımı kurulamaya başladı. Kısık sesle de olsa, “bu böyle olmaz, hasta
olacaksın sen, annene söyle de sana bir çorba yapsın” dedi. Anne betimlemesinin yanına iyelik gelince bir
ürperdim, çünkü benim annemden bahsediyordu. Bütün orospu çocukları gibi bende
annemden bahsedilince gözlerimi karşımdakinden kaçırır konuyu değiştirirdim.
Yine konuyu değiştirmek istedim ama ağzımdan farklı sözcükler çıktı, bazen
böyle olur; kalbinle değil de kıçımla düşünürsün, o da hiçbir zaman doğru şeyi
söylemez. “Yoooo” dedim. “Yeni banyo ettim ki ben”
Gülümsedi yine. Sağ avuç içini sol yanağıma dayadı. Bu bir
sevgi göstergesiydi, biliyordum bunu. “Adın ne bakayım senin” dedi.
“Sadık” dedim.
“Vay vay, her şeye Sadık kalabiliyor musun.” dedi. Kitlenip
kaldım.
Çocukluğuma ait anılarım aklıma gelince böyle put gibi donup
kalıyorum. İnsanın kendi annesi her gün farklı kişiler tarafından düzülünce bir
tuhaf geçiyor gençliği. Babamın bir daha olmayacağını kabullendikten sonra bu
duruma da biraz biraz alıştım. Dedim ya, bütün orospu çocuklarının kaderi
budur. Kendi dünyalarından kaçmak için kafalarında farklı farklı dünyalar
yaratırlar, bu yüzden çoğu orospu çocuğu kişiliksizdir. Çünkü bütün duyu
organlarını kapatırlar bir süre. Görmek istemezler mesela, içinden çıktığı
rahime giren başka heriflerin bedenini, duymak istemezler etin ete değdiği o
tizli sesi, söylemek istemezler dünyanın ne kadar boktan bir yer olduğunu. Bok
olarak dünyaya gelen birisi içinde “boktanlık” kelimesi sıradanlıktır. Bende
doğdum da bir bebek olarak değil de bir bok olarak dünyaya gelmiştim. Bir
spermle başlayıp, bir bokla bitmişti maceram. Annem beni doğurmamış sıçmıştı.
-Bugünlük bu kadar yeter mi abi, insanın kendini yazması
hakikaten zormuş.
+Son bir şey, kimdi bu Müzeyyen?
-Benim Tanrım
+Tanrılar ölümsüzdür, yazıyor bu kağıtta; sen bizim bu
konuşmamızı yapacağımızı düşünüp bana cevap olarak mı yazdın olum bunu,
korkuyorum senden ha.
Müzeyyen’in de bir orospu olduğunu öğrendiğimde yirmi altı
yaşımdaydım. Kaçınılmaz kader deyip sineme çekmedim. Tam tersi, bütün
kurallarımı Müzeyyen’i tanıdıktan sonra yıktım. Bir Tanrım zaten vardı, yanına
birini daha ekledim. Ben Müzeyyen’le öldürüp, onunla dirilttim tekrardan her
şeyi.
Sadık ben, o kişiyim.
O sevimsiz kişi…
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilgüzel kitaptı..
Silİnsanın kaderi değişmiyor mu yoksa... Kalemine sağlık... Sevgiler...
YanıtlaSilbana öyle geliyor..
Silteşekkür ederim.
Bazen kuralları yıkmak gerek :)
YanıtlaSilbazen:)
SilVe bütün orospu çocukları gibi günahsız..
YanıtlaSilve bütün günahsızlar gibi..
SilKendini sevimsiz kişi diye niteleyen Sadık, ne kadar duygu yüklü, nitelikli oysa. Namuslu geçinen kadınlardan doğan çocuklardan ne farkı var oysa dünyaya geliş sürecinde?
YanıtlaSilseçme şansı verilmiyor ne yazık ki..
SilYine mi Müzeyyen?
YanıtlaSiltaktı bize.
Sil