29 Ağustos 2015 Cumartesi

Alt Alta Yazınca Şiir Oluyor



Zamanın esiri olmuşuz farkına bile varamadan. Sağımız solumuz firari kaçak cümlelerle dolu. Bütün tasmalarımız ellerimizde. Kendi darağacımızda sallandırıyoruz keşkelerimizi. Sudan sebepler ıslatıyor bizi, sudan sebepler hırpalıyor. Sudan sebeplerden kaçıyoruz. Sırılsıklam olduk. Her yanımız toz olmuş. Biz toz olmuşuz. Biz yok olmuşuz. Hangi zaman.. hangi zamanın içinde sıkışıp kaldık? Hangi akrep zehirledi, hangi yelkovanın gölgesine siper ettik yüreğimizin gökyüzünü.

Karanlıktan korkuyoruz diye açık ettik bütün yaralarımızı. Mevsimlere, aylara, saatlere anlamlar yükledik. Yalnızlığa kafa tutabilmek için kendimizden vazgeçtik.
Yere düşen çiğ tanesiydik biz, olamadık bir türlü, bir türlü yağamadık. Bir damla olup hayat veremedik. Hep kaydık, hep kaydırdık ayakları; ayakta duramadık – sendeledik. Hüzne boğulduk, türkü söyledik, rakı içtik. Şimdi anason kafasıyla dönüyor hayaller. Bir şeye ihtiyaç var, bir şeylere. Bir su değiştirecek belki kimyamızı, belki o zaman yeşereceğiz. Belki o zaman anasondan rakılığa doğru dev balıklarla göç edeceğiz bilinmeyenlerin ülkesine.

Çok sustuk, çok…
Havlayan bir köpek kadar hırlıyor yüreğimiz. Ağzımızın içi kurak bir iklim kadar sert. Yüreğimizin üzerine çığ düşmüş. Enkaz altında bütün söyleyemediklerimiz. Ağzımızın içi çamur kokuyor. Her yanımız vıcık vıcık. Bir çiçeklik nasıl mı bataklığa dönüşür / evet o benim resmim / tam da vesikalık.. Biz hangi ara bataklık olduk. Bir el, bir ses ver. Boğuluyorum… boğuluyoruz. Yeşile aç yüreğimiz; açız. Yoksulluklarımız bitmeyecek, bitince aşk başlayacak biliyorum. Her adımda batıyoruz. Batıyorum. Eşeleme beni, eşelemeyelim birbirimizi. Çamura basarsan, kirlenirsin. Yaklaşma…

23 Ağustos 2015 Pazar

Öğrenilmiş Çaresizlik


Alim abinin pastanede oturmuş çayımı içiyordum yine sağı solu kese kese. Havalar ısınınca dört tane masayı dışarıya atar Alim. Mahallenin kusursuz saplarından hep şikayetçidir. Kadın kısmından kimse gelmez o yüzden buraya, çünkü üstü açık kahvehane gibidir burası. Nerede bir kaybetmiş, yalnız ve gariban varsa toplanır, iki çay içip bütün günü bitirir.
Dört masanın hepsi doluysa, dolu masaların arasından tanıdık biri kesilir ve onun masasına çökülür. Beşinci masanın dışarı çıkması demek içerideki tek masayı da dışarı almak demek. Bu da eşittir, yıllardır beklenen o kadın müşterinin geldiği gibi geri gitmesi demek.

Masasına oturduğum adam çok çok eski İstanbul pezevenklerinin biridir; Kürşat abi. Onun babası Nazım amca da pezevenk, dedesi Raşit dede de öyle. Bu pezevenkliği hakaret olarak algılamayın, adamlar hakikaten Karaköy’ün kerhane sokaklarında çok uzun süre çalışmış kişiler. Gerçi Kürşat abi son on yıldır bu konuda dertli. Kapattılar güzelim yerleri der. O da popüler kültüre ayak uydurdu ve bir masaj salonu açtı. Üç ayda bir basıyormuş polis, bunun canına tak edince ahlak şubeden birini ayarlamış. Hatunlarından ikisi güzel ayar çekince cezayı kesmeyi bırakmış. Hem sermayeden yemiyor, hem de düzeni bozulmuyor, alan- veren memnun anlayacağınız.
Sağ elinde cep telefonu, sol elinde süper loto kuponu. Sigarasından derin bir nefes çekip sessizce kendine kendine konuşuyor, “yine devretti amına koyayım, yine…” çayından sert bir yudum aldıktan sonra kuponu paramparça ederek gelişigüzel salladı. İkimizde uçuşan loto kuponuna bakıyoruz ciddi bir şekilde. Koca bir sessizlik ve hüzün çöküyor Kürşat abiye. Hayallerini bir hafta daha erteliyor.
“Dokuz milyon sana çıksa ne yaparsın abi” diyorum. Yüzü senelerdir görmediği bir arkadaşını görmüş gibi gevşiyor.. gevşedikçe gevşiyor. Az önce sıkıntıdan çektiği sigarasından bu sefer keyifle bir duman çekiyor. Burnundan nefes dumanı verirken başlıyor söylemeye.
“Giderim buralardan be olum, bu şehirden – gidebildiğim kadar giderim.” Sesinin tonunu alçaltıyor burada; “sıkıldım artık insanlardan.”
“Nereye gidersin abi” deyip konuyu daha da uzatacağımın sinyalini veriyorum. Bu durumun farkına varan Kürşat abi Alim abiden iki çay söylüyor. “Olum” diyor. “Zaten o kadar para çıksa, herkes peşime düşer.. tehtidler filan havada uçuşur, o yüzden istanbul’dan kaçarım. E zaten bok gibi para var, yerleşirim bir yere kafamı dinlerim.”
“Eee sonra ne yapacaksın abi “ dedim, “ye ye bitmez ki o kadar para.”
“ne yapayım götüme mi sokayım olum” dedi hafiften sırıtarak. “yıllarca ben ayarladım millet sikti, bundan sonra da ben götürürüm işi, haremimi kurarım amına koyayım.” Son iki kelimeyi söylerken bildiğin neşelendi Kürşat abi, çayından çok sert bir yudum almasına rağmen yandığını belli etmedi. Hâlâ gülüyordu. Dediği gibi yıllarca itin köpeğin peşinden koşmuştu. Sevgilisi Figen ablayla ortak çalıştılar üç yıl. Sırf bu durumdan ötürü bile okunur suratından yaşamından ve hayattan ne kadar nefret ettiği. Hele ki Figen abla bir otel odasında öldürülünce, iyice hissizleşti Kürşat abi. Kendini yokuşaşağıya bıraktı. Artık nerede, kime toslar da durur bilmiyorum.

Kürşat abiyle olan sohbetimden sonra aklıma bir fikir geldi ve uygulamaya başladım. Oturduğum masada tek kalmıştım. Karşı Efsane Dönerin oradan mahallenin hayaleti Kayhan geliyordu, Ghost Kayhan. Yüzünde bir acı, bir üzüntü var. Bütün masaların dolu olduğunu görünce yanıma çöktü, ne oldu Kayhan abi, hayırdır dedim. “Kayış gibiydi amına koduğumun döneri, ne eti satıyorlar ben anlamıyorum ya” dedi. Sabah akşam bir liraya döner ekmek yiyordu oradan. Bir süre sonra pilice benzemeye başladı, kabardı tuhaf bir şey oldu adamın vücudu. Dönerini her bitirişinde “böyle yoksulluğun amına koyayım” derdi. Muhabbete doğrudan girdim. “Kayhan abi, sayısaldan dokuz trilyon çıksa ne yaparsın” dedim. Şok oldu, gözünü bir yere dikti orada takılıp kaldı. Korktum. Ölecek sandım. Kendine geldiğinde söylediği şey yeni çektiğim çayı püskürtüp giydiğim beyaz keteni mındar etmeye fazlasıyla yaradı. “Olum dokuz trilyona kaç tane yarım döner yenir kim bilir.” Ulan nasıl kötü oldum anlatamam, döneri bitirdikten sonra ettiği küfrü tekrarladım peşine. “Başka ne yaparsın abi” dedim. “Ne yapacağım oğlum o kadar parayı, ye ye bitmez. Sizlere dağıtırım. Giderim memlekete, haremimi kurarım amına koyayım. İbne olana kadar karı sikerim.”

Kayhan abi gitti, peşine Ufuk geldi, Cam Berberin çırağı. Para bozduruyor Alim’e. Ufuk gelince kısa da olsa çevremdeki kaybedenlerin bana söyledikleri o en son isyanı anımsadım. Bakın çok samimi söylüyorum, en az yirmi kişiye sordum, yirmisi de bir şeyler dedikten sonra en sonu hep aynı yere bağladı. “Ömrüm boyunca sikerim!” bunun altında bir abazanlık yok, emin olun. Bir kin, nefretle söyleniyordu bu. Sanki günahsız geçmiş ve kaybedilmiş bir ömre karşılık bütün günahlar. Bir şekil Tanrı’ya isyan. Çünkü buralarda günah işlemek için bile parası yetmeyen bitik insanlar var. Ufuk’a hiç selam vermeden, “Lan Ufuk sayısalda dokuz trilyon çıkarsa ne yaparsın” dedim. Hüzünlendi, yanıma doğru yaklaştı. Karşıdaki ustası Cem ağabeye 1 dakika sonra geleceğim dercesine işaret çaktı. Sandalyeyi yanıma çekti. “O kadar para anamı babamı geri getirir mi abi?” dedi. Damardan girdi pezevenk. Boş bulundum sendeledim. Tam gidecekken arkasını dönüp “haa abi unutmadan, birde eğer yetiyorsa bütün dünyanın adaletsizliğini sikerdim.” 

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Tek Çare Kanatlanmak


Bir kuş dedim
Ne çok kanat çırpmış dünyaya
Nice rüzgarları delip geçmiş
Ne çok yenilmiş de vazgeçmemiş

Bir kuş gibi bak dünyaya dedi kadın,
Çıkmaz sokakları yoktur onların.
Pencere önü çiçekleri gibi
Hüzünlü ve gaddardır
Bir parçasına yer eder de barındırmaz.
Kuşların yüreği de küçüktür dedi kadın,
Bir avuç içi kadar
Avuç içim kadar
Avuç içiniz kadar

Hayal edebildiğin kadar uçarsın dedi kadın,
Gözlerini ufka dikti,
Bir avuç suyla alnını sildi
Denize atıp sektiremediği taşların ağırlığını hissetti
Kuşlar dedi, kadın
Kuşlar..
Yalnızdırlar
Yalnızlıkları kadar uçarlar


t.yazıcı
10.08...