Biz insan ırkının en hoşlandığı şeydir sanırım her şeye bir
kılıf uydurma çabaları. İllâ bir kalıba
sokacaklar, bir şekil verecekler. Sanırım kendilerinin istedikleri şekli alana
kadar bu çabaları da sürecek. Nefret ederim bu durumda, hem de çok. Belki de hayatlarında görüp görebilecekleri
en sıradan-basit insan olmama rağmen, aha geldim yirmi sekiz yaşına sürekli
neden mutsuzsun diyen mi egolu yapan mı dersin havalı, götü kalkık, burnu
havada, bencil, kendini beğenmiş vs vs vs.. neler duymadım ki.. (hı arada duyduğum
gerçekten samimi sözleri saymıyorum.. bu yirmisekiz yılda ne zikim öğrendin
deseler tek cevap bu olabilir; samimiyetin ne olduğunu çok iyi biliyorum)
Dönüyorum üç hafta öncesine,
Yer: Kireçburnu Sahil
Hava: Mis.
O kadar soğuk ki insanın etini dişliyor bu hava,
bayılıyorum bu duruma. Gökyüzünün bizlere bahşettiği her durum başım gözüm
üstüne. Çünkü samimidir gökyüzü. Dedim ya, her türlüsünü anlarım.
Üzerinde Sarıyer Belediyesi yazan bir bank, bir köşesinde
ben bir köşesinde Hilal. Elimde bir Cahit Zarifoğlu kitabı.. daha ne olabilir
ki? Karşımda bir mavilik elimde – yüreğimde Cahit Zarifoğlu şiiri..
“..ah şu yalnızlık
kemik gibi
ne yana dönsen batar..”
Şiir okumanın verdiği bir haz vardır, eminim bilirsiniz
sizde.. böyle kalpten başlar tüm vücudu bir dolanır, sonra tekrar kalbe döner
ve yüzde gülümsemeyle biter.
Sonra bir şey olur ve kendi vücudunla olan sevişmen
birden yok olup gider. Bana bazen bencil dediklerinde hak veriyorum, çünkü yok
– başka kimseyle alamıyorum bu keyfi..
“Sen de hep mutsuzsun be” diyor Hilal.
“Şaşardım bunu demeseydin” diye sessizce hayıflanıyorum
gözümü mavilikten ayırmadan.
“E demek ki bunu söyleyen tek kişi ben değilim” diyor.
“Sen değilsin” diyorum.
“Değişiksin” diyor, sebebini soruyorum ufak bir mimikle.
“Şimdi şuradan kalkıp gitsem, sen açıp kitabını okumaya
devam edersin.”
Gökyüzünü ufak bir iç geçirerek süzüyorum. Güneş Sadri
Baba selamını çakmış inceden batıyor. Aklıma gelen Zarifoğlu şiirini uzun süre
sonra gözlerine bakarak söylüyorum:
“çünkü gece zamanın katranıdır,
gelip geçecek gibi değil omurgamdaki didişme..”
Gülümsüyor burada. O kadar mutlu oluyorum ki.. bu
gülümsemenin bir sebebi yok çünkü, istese de engel olamayacağı bir gülümseme
bu. Çünkü bilirim, insan hiçbir şey yapamadığı / söyleyemediği zaman kolayına
kaçar; gülümser.
Hilal, iki popoluk daha yanıma kıvrılıp sağ kalçasını
benim sol kalçama adamakıllı değdiriyor. Vücuduna aldırdığı esnek açı tam
öpüşmelik. Sağ eliyle ensemden tutup vücut ağırlığımın dengesiyle oynayıp
yumulabilir.
O hala epey evvelki cümlesinde kalmış, “mutsuzluk değilse
ne bu halin” diyor.
Yine kendimi açıklamak zorunda kalıyorum ve bu durum
canımı sıkıyor.
“Hüzün” diyorum, iki saniye sonra tekrarlıyorum; “hüzün..
bilir misin?”
“farkı ne” diye soruyor peşine.
Bıkkınlığımı ifade edecek bir ses tonuyla, “hüzün işte
Hilal, nasıl anlatılır ki bu? Ne melankoli ne mutsuzluk, bunun bir tarifi yok..”
Dudak büküyor. Bazı durumlardan hoşnutsuz olsa gerek. Avuç
içlerimi diz kapaklarımın üzerine koyup kıvrak bir hareketle ayağa kalkıyorum. Huyum
değildir birini bırakıp gitmek ama, kalkıp gidiyorum sırtımı maviliğe vere
vere.
Beş altı adım, çok değil. Geri dönüyorum, Hilal’in gözü
mavilikte.. belki hüznün anatomisini araştırıyor.
Sesleniyorum. Önce saçı, sonra bakışı, sonra benimle
ilgili anlamlandıramadığı her şeyi o bakışta savuruyor etrafa.
“Hilal” diyorum sonran birinci sesli harfi uzatıp olaya
muziplik katarak.
“Arabanla beni metrobüse atsana, burası terse kalıyor…”